Gönderen Konu: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?  (Okunma sayısı 28099 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

zgnrsn

  • Ziyaretçi
MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« : Kasım 21, 2016, 06:07:43 ÖS »
MEVLÂNÂ'  yı KİM ANLAMIŞ ?


Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.


Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
"lezzet" kattığını öğrendim.

 

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...             

     MEVLANA

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #1 : Kasım 24, 2016, 02:14:08 ÖS »
Mevlânâ yı kim anlamış?

Mevlana hakkındaki makalelerde -büyük çoğunlukça- özlü sözleri sıralanıyor ve övgüler yer alıyor. Öğretinin özü pas geçiliyor. Bizzat Mevlana, anlaşılamadığı kanaatini ifade etmiş:

“Herkes kendi anlayışına göre oldu bana yâr;
Ama, gizli kaldı benim içimdeki esrar (sırlar).



Bu durumu analiz ettiğimizde kişilerin, aynı Nietzche’ nin aforizmalarından –çağrışımlar eşliğinde- etkilenmeleri benzeri bir olumlama* içine girdiklerini söyleyebiliriz. Fakat bundan ibaret kalmamalı. Öğretinin ana temasını ıska geçmek büyük bir kayıptır. Hele ki bilim insanları için ve felsefe ilgilenenleri için ciddi bir noksanlıktır.

Önem verdiğim için burada açıklamak istiyorum.

(*) Bu sözler, genellikle vitrin söylem malzemesi olarak kullanılır. Çeşitli gruplar söylemlerinde, savunmalarında Mevlana'ya gönderme yaparlar. Nadiren olumsuzlamaya da (mesnevideki bazı ifadelerden müstehcenlik çağrışanlar tarafından) rastlanabiliyor. Diğer taraftan, Mevlana'nın felsefeye olumlu bakmadığı da ifade edilmiştir. Döneminde Anadolu'da hristiyanlık, paganizm ve yunan felsefecilerin klasik felsefe eksenindeki söylemleri vardı ve Mevlana'nın yüksek anlayışı, bunlara karşı duruşu gerektiriyordu kanaatindeyim. Çünkü, bence Mevlana öğretisine felsefi anlamlar yüklemek mümkündür.
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 11:01:55 ÖÖ Gönderen: zgnrsn »

ferda

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 303
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #2 : Kasım 24, 2016, 11:40:50 ÖS »
Sevginin yolu diye bi kitap okumuştum, dharma yayınlarından çıkmış, şems-mevlana ilişkisini anlatıyordu ve şunu demiştim okuduktan sonra, "sevgi-sevmek" olması gereken anlamıyla ancak bu kadar güzel anlatılabilir, bunun daha ötesi yok...

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #3 : Kasım 25, 2016, 01:57:02 ÖS »
Mevlana’yı kim anlamış?

Mevlana’nın yaygın olarak anlaşılamamasının nedeni içselleştirilememesidir. İçselleştirme (ya da ezoterik anlamlandırma) anlayacak bilgi birikimi ve sentezleme yeteneğine bağlıdır. Daha somut ifade etmek istersek denizdeki balıklar, su ortamı içinde yaşadıklarını idrak edemeyebilirler; ya da su dışındaki ortamlardan bihaber olabilirler; sudan zıplayanların anlık algıları anlamlandırmaları isabetli olmayabilir. Matrix ve benzeri filmlerde insanların çoğu içinde bulundukları kurgunun farkında olmaksızın bilişsel/bilinçsel körlük içinde yaşıyorlar. Şu örnek daha açıklayıcı olabilir: Hristiyanlarda İsa’nın geri geleceği beklentisi yaygındır. Literatürde bu beklenti bu ilksel yaklaşım (fiziksel geliş) anlamında sürdürülür. Oysa ezoterik okumada/anlamlandırmada, insanların gelecekte ruhsal yönden gelişerek İsa’nın anlayışına ulaşacakları ifade edilmek istenmiştir; bu da mümkündür; hatta, hepsi bundan ibarettir.

Uzun girişi bir tarafa bırakıyorum:


İnsanların doğal yaşantı programları diğer canlılar ile aynıdır: Hayatta kalmak ve türün devamını sağlamak. Bunun için güçlü içgüdüler işlemdedir. Son derece doğal ve normal bir organizmal yapıdır. Çoğunluk normu belirlemiştir. Ruhsal alanda içgüdüler, id, ego iktidardadır. Akıl, zeka, beceriler, yetenekler vb. kişinin içindeki bu yönetimin hizmeti rolündedir.


Sürecek…
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 11:05:47 ÖÖ Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #4 : Kasım 26, 2016, 06:30:49 ÖS »


Son tahlilde Rumi, kendi teolojisini ogretti, doktrin ise asla filosofik degil, ama tinseldi.

   

Kuşkusuz, dediğiniz gibi Mevlana' da teolojik eksen mevcut. Fakat sonraki paylaşımlarımda açıklayamaya çalışacağım ki bu dinsel temelden arındırıldığında nirvana/insan-ı kâmil/Nietzsche'nin üstün insanı/J.J.Rousseau'nun dahi işaret ettiği; hatta varoluşçuluk izleri yakalanabilir.

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #5 : Kasım 26, 2016, 10:39:49 ÖS »
İnsanların doğal yaşantı programları diğer canlılar ile aynıdır: Hayatta kalmak ve türün devamını sağlamak. Bunun için güçlü içgüdüler işlemdedir. Son derece doğal ve normal bir organizmal yapıdır. Çoğunluk normu belirlemiştir. Ruhsal alanda içgüdüler, id, ego iktidardadır. Akıl, zeka, beceriler, yetenekler vb. kişinin içindeki bu yönetimin hizmeti rolündedir. Bu yaygın durum tasavvufta ve Mevlana öğretisinde “ham benlik/beşeri benlik” kodlamasıyla anılır.


 Mevlâna öğretisinde bunun tam tersi olumlanıyor: Ruhsal alandaki iktidar, aklın bilincin, iradenin eline veriliyor; nefs ya da “id” ikincil plana itilip denetim altına alınıyor. İçgüdülerin ve temel ihtiyaçların tutsağı olan “ham insan” halini aşmak, ruh ve bilinci egemen kılarak (pişerek) üstün insan (insan-ı kâmil) haline terfi etmek hedefleniyor. Bu hedef “kozmik benlik/evrensel benlik” olarak kodlanabilir.


Beşeri benlikten evrensel benliğe transfer olmak, kişisel bir devrimdir; ya da bir metamorfoz dur (başkalaşımdır). Bir nevi aşkınlıktır.
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 11:35:29 ÖÖ Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #6 : Kasım 27, 2016, 09:45:36 ÖS »
KOZMİK BENLİK

Tasavvufta, içgüdülerin ve temel ihtiyaçların tutsağı olan “ham insan/organizmal kurgu” halini aşmak, ruh ve bilinci egemen kılarak (pişerek) üstün insan (insan-ı kâmil) haline terfi etmek hedeflenmiştir. Mevlana’ya göre yaratıcıyı hakiki manada idrak edebilecek, “onu layıkıyla övebilecek” olan kâmil insandır. Tasavvufun özü, “kozmik benlik” e ulaşmaktır; ya da evrensel benlik, bireyin biyolojik kurgusunun üstüne çıkarak, düşünsel etkinliklerini doğal gereksinimlerinin ötesine geçirebilmesi ile oluşmaya başlar. Çaba ile ruhun ve bilincin, beden ve nefs üzerinde egemenliğine terfi olunur. Birey, “çile” tabir edilen “irade ile nefsin sancılı çatışmaları” ndan geçer, kendini tanımaya çalışır, egosu ve ruhu ile yüzleşir, düşünce gücüyle/derin kavramalarla ruhunu arındırır. Daha sonra benliğin dikkati, kişisel alandan evrensel alana çevrilir. Bu işlem doğaya karşı bir zaferdir; bir devrim ya da metamorfozdur, dönüşümdür. “Yeniden doğuş”, “ikinci doğum”, “esas doğum” olarak da isimlendirilir.


Bu “aşkınlık” ve “kişisel kanaatlerin yeniden (elbette bilinçle) yapılandırılması, ruhsal anlamda özgürlüğü de sunar; “pişmek”, varlıkların en yeri doldurulmazını oluşturmak hedefinde J.P. Sartre’ın “varoluşçuluk felsefesi” ile benzerlikler gösterir, hatta örtüşür (kişisel kanaatime göre dini temel haricinde böyle bir paralellik kurulabilir. Mevlana öğretisi, doğal organizmal yapıyı reforme eden bilinç eksenli “aşkınlık felsefesidir”. Evreni ve hayatı gönül gözü ile algılamak ve yorumlamak, özümsemek hedeftir. Bu da bir nevi aydınlanma ya da olgunlaşmayı temin eder. Esasen tüm öğretiler, ilkel benlikteki insanlar arasındaki sorunları gideren süperego kurumlarını yerleştirip, sonrasında insan-ı kâmil olmayı ana eksene almıştır.




Sürecek…
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 11:36:16 ÖÖ Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #7 : Kasım 30, 2016, 08:26:46 ÖS »
Kozmik benlik (devam)

Kozmik benlikte yüksek paradigma ve psikoestetik özümsenir; erdemler yerleşik hal alır. Kozmik benlikteki birey kendinden adaletlidir; insanlık aidiyet duyguları ve şefkat uygulaması artmıştır. İç dünyasını inceleyip düzenlemiş, doğal benmerkezcil yapısını aşmıştır. Daha sonra dikkatini evren ve hayat kurgularına çevirip geniş kapsamlı bir vizyon edinir. Dünya hallerine idari yönetici yetkinliği ile bakar. Bilinç ve irade, doğal/organizmal benliğin ve egonun yöneticisi durumuna yükselmiştir. Kozmik benliğe transfer olan bireyler, -felsefi anlamda- uygar insanlardır; güncel söylemde “bireyleşmeyi” tamamlamış insanlardır.



Beşeri benlik


Kozmik/0lgun benlik’ in karşıtı “beşeri/ham benlik” tir. Yaygın birincil paradigma eşliğinde, doğal biyolojik kurgunun kıskacında, nefsin güdümünde yaşamak, bir nevi “ruhsal körlük” ya da mecazi anlamda “uyku hali” dir (yanılmıyorsam, Matrix vb. bazı filmlerde benzer tema işleniyordu). Beşeri benlikte doğa koşulları forsmajör egemendir; hayat mücadelesi liste başıdır. Doğanın kuklası olan bireyler, vahşi orman düzeninin aktörleri olarak çeşitli -insani olmayan- rollere bürünürler. İd ve ego, günlük sorunlarını baş edememe sınırında süperegoyu yener/dışlar. Ham benlik, zorlanmalarını ilkesizlik eşliğinde aşmaya eğilimlidir; fırsatçılık ve açgözlülük reddedilmez; maskelenir; inanç sistemleri, vicdan, adalet kurumları ve insani organizasyonlar, çeşitli akla uydurma başarıları eşliğinde devreden çıkarılabilir. Düşünsel yetenekler ve enerji, “bir sonraki öğün”, “sürekli yenmek”, “çıkar/para”, “seks” vb. hedeflerine odaklanır. Kişi doğal güdülerinin tutsağıdır; süperego, yapay bir konumda kalkan/maske olarak ya da vitrin söylem olarak kullanılır. “Varlıklı olmak”, “egemen olmak”, “güçlü olmak” hedeflerinde diğerlerinin haklarını gözetmez, üstelik zayıflıklarından yararlanır. “Hakikat” yerine “çıkar” a odaklanmıştır; her türlü fırsatı ilkesizce kullanır (Doğa, canlıların temel ihtiyaçlarını temin ederken ilkeli davranmalarını umursamaz). Diğer insanlarla ilişkileri av-avcı ekseninde şekillenir. Ben kazanayım, diğerleri kaybetsin anlayışı reddedilmez, kılıf hazırlanır; düşünsel yetenekler ve zeka, ilkel benliğin (id’in) hizmetindedir. Evren ve hayat kurgularını, dar anlamda ele alır ya da ele almaz/alamaz. Bilgilere dikkatini, yalnızca “dünyevi çıkar aracı” kalıbında aktive eder. Ruhsal anlamda zorlanmalarında rahatlığı/kolaycılığı yeğler ve bu tutum baş etme eşiğini düşük oluşturur; böylece kendi kendini dar bir kabuğa (kısıtlı yaşam alanına) hapsetmiş olur. Süperego ve kurumlarına şekil olarak/sözde  uyum gösterir; uyum görüntüsü verir.


« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 11:50:35 ÖÖ Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #8 : Aralık 01, 2016, 12:41:10 ÖS »
Beşeri benliğin yukarıdaki tanımlamasından irrite olanlar ve tepki geliştirenler olması beklenir. Düşünsel referanslar açısından -daha fazla nesnellik özeniyle- tekrar ele alınabilir. Tanınlamalar Gauss/çan eğrisinin dolgun kısmı üzerinden yapılmaktadır. Elbette açgözlü ve açıkgözlerin, çan eğrisinin oransal az yüzdelerinde yer aldığı söylenebilir; fakat, etkinlikleri dikkate alındığında bu az yüzde oranı onları konuya dahil etmemizi engellemez kanaatindeyim. Dünyadaki düzene yönelik tüm organizasyonları, kuralları bozanlar açgözlü ve açıkgöz, fırsatçı/avcı ruhlu insanlar. Ne yazık ki bir kötü, çevresindeki yüz iyiyi bozma potansiyeline sahiptir.

Beşeri benliğin detaylı tanımlaması olumsuzlama içeriyor gibi görünse ve retoriğe sığınma gereksinimi oluşsa da ham benlik çok yaygındır ve her türlü davranışı doğal ve normal yapıdır. Çoğunluk "norm" u belirliyor. Bilge ve çelebi insan bu norm dışındadır. Nitekim, Mevlana' yı ideolojilerine tehdit olarak görüp, değersizleştirmek isteyenler de mevcuttur. Mevlana sağ olsaydı onlara da şefkat uygulaması yapardı.
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 11:55:54 ÖÖ Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #9 : Aralık 02, 2016, 10:21:33 ÖÖ »
ÖLMEDEN ÖLMEK


Tasavvufta, insanın düşünce gücünü forse ederek, beşeri benliğini denetim altına alması, olgun/kozmik benliği özümlemesi, “ölmeden ölmek” (ya da pişmek) olarak tanımlanır. Bireyin ruhsal alanındaki iktidar, -içgüdülerden kurtarılıp- bilincin ve iradenin eline geçmiştir. Burada “ölmek” kodlaması, nefsin yönetilmesi halini temsil etmektedir; semazenlerin beyaz giysileri kefenlerini, müzik eşliğinde dönüş “her şeyin aslına döneceğini”, evrenin ve hayatın döngüsel kurgusu ile bütünleşmeyi sembolize eder.



BEDENin bir ruhu var” halinden “RUHun ya da bilincin bir bedeni var” haline geçilmiştir.   “İki suyun birbirine karışmaması” söyleminin -ezoterik okumada- kozmik benlik ile ham benlik ayrımına işaret ettiği söylenebilir. Bu ayrım o kadar keskin olabilir ki bazı beşeri benlik insanları bu dönüşümü değersizleştirmek yönünde çabaya girebilmektedir. Aslında beşeri benliktekiler, kozmik benliktekileri ayırt edemez, kendi anlayışlarında bir yere oturtamazlar; çünkü zihinlerinde bu konuda bir kayıt yoktur; “bihaber” dirler. Kozmik benliktekiler için ise ham benliktekileri ham benliktekileri ayırt etme sorunu söz konusu değildir. Fakat, şunu da söylemek gerekir: Bazı ham benliktekiler, bilge ve çelebi insan modelini sezer ve saygı eşliğinde ilişkilenirler.


Sürecek…
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 11:56:16 ÖÖ Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #10 : Aralık 02, 2016, 02:28:58 ÖS »
BATININ MEVLANA İLGİSİ

Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu, neredeyse tümü, beşeri benlik kalıbındadır ve insanlık başarı ve bilgi birikimlerine, sosyal organizasyonlara, yasal düzenlemelere, protokol çözümlere, inanç sistemlerine karşın doğa mekanizması, hükmünü sürdürmektedir. İnsan adı verilen organizmanın ortak düşünsel birikimleri, “evrensel bilinç” hedefini sezmiş, bazıları kayda geçirmiş, bunun mümkün olduğu idrak edilmiş; fakat, “kozmik benlik” yaygınlaştırılamamıştır. Bilge ve çelebi insan modeli trend olamamıştır. Anne ve babalar, çocuğunun hayatta kalması için -başetme eşiğini yükseltmek yerine-fırsatçılığa, küfür etmeye dahi göz yummaktadırlar. Çıkar çatışmalarının keskinliği, retorik ve diplomasi ile örtülmektedir. İnsanlararası ve uluslar arası ilişkilerde ilkel doğamızın forsmajör etkinliği sürmektedir. Maskeleme olanaklarının, dehümanizasyon (ötekileştirme) ve uzman sömürgecilik tekniklerinin eşliğinde etçil-yırtıcı özün aynen sürdüğü dahi iddia edilebilir.


Elbette iktisadi refahın dünya ölçeğinde yaygın ve yerleşik hale getirilememesi ve nüfusun sürekli artması da sancılı beşeri benlik düzeninin sürmesine neden olan güçlü etkenlerdir. İktisadi refahı ve nüfus etkenini bir ölçüde çözümlemiş “batı” olarak tanımladığımız insan topluluklarındaki duruma baktığımızda, batı kültürlerinde “beşeri benlik/kozmik benlik” ayrımının tanımlanmadığını ve vurgulanmadığını görürüz (aydınlanma ve bireyleşme söylemleri vardır). Batılılar  -özellikle soğuk iklimdekiler- insanlararası ilişkilerdeki günlük yaşantı rahatsızlıklarını hafifletebilmişlerdir; “kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmama” düsturu, disiplin ve organizasyonlar etkin olmuştur. Bu yoruma kişi başı gelir ortalaması, gelecek endişesinin gündemi işgal etmemesi vb faktörleri de destekleyici olarak ekleyebiliriz. Bu tablo, batılıların “kozmik benliğe terfi etmesine gerek bırakmamış olabilir (elbette bireysel aydınlanmalar vardır). Beşeri benlik çatışmalarının ekstrem örnekleri olan dünya savaşları henüz tazedir; belgesellerini dehşetler içinde izleyebiliyoruz. İkinci dünya savaşı sonrası dönemde, moral arayışındaki bazı batılı bireyler, doğu öğretilerinde bir şeyler keşfetmeye başlamışlar ve ilgileri giderek artmaya devam etmektedir. Önceleri, Hintli ve uzak doğulu düşünce terbiyesi ve kişisel gelişim yöntemlerine eğilim gösterdiler; bu arada sufizm ile de tanıştılar. Budizmin ve sufizmin etkisiyle ya da “ezoterik anlamlandırma” kavramı ile kodlanabilen “evrensel bilinç ve kozmik benlik” e yönelme, “bireyleşme” etiketiyle yenice vurgulanmaya başlanmıştır. Bu eğilim, son 50-100 yıl içinde elde edilen insanüstü –makro ve mikro kozmosa ilişkin- bilgilerin bilince yansıması olarak da yorumlanabilir. Bu konuda bilişsel trafik giderek yoğunlaşmaktadır.

Batı, ekonomik ve öğretim altyapısının sağladığı olanaklarla “kozmik benlik/felsefi uygarlık” kavramını keşfetme (ve sonrasında yaygınlaştırma) eşiğine yaklaşmıştır. Tasavvuf araştırmacılarının yorumlarına göre bu “yeniçağ hareketi” nin batılı öncüleri, kendilerini “Mevlânâ ilgisi” ile belli etmektedirler. Mevlana’nın bu yüksek anlayışı, 800 yıl önceden özümsemiş ve kayda geçmiş olması, öncü batılılarda hayranlık eşliğinde hayrete sebep olmaktadır; bu hayranlık ve hayret onları törenleri izlemeye motive etmektedir.


Ruhsal yücelme süreci

sürecek...
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 12:16:39 ÖS Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #11 : Aralık 03, 2016, 02:23:46 ÖS »
RUHSAL YÜCELME SÜRECİ

İnsan denilen, organizmaya akıl ve duygu eklemlenirken olgu ve olayları algılayıp; bunları, kapasitesi ölçüsünde değerlendirip eylemlerinde kullanmaya başladı; ve diğer türlerden farklı olarak “yücelme süreci” ne girdi. İlk insanlar, düşünsel yeteneklerin ve duyguların artması eşliğinde organizmal yapıdan kaynaklanan günlük yaşantıda rahatsızlık veren olgu ve olaylara önlemler geliştirdiler bu bir nevi yücelme süreci idi. “Biz insan değil miyiz? Kan içmeyiz!”, “Biz insan değil miyiz? Çıplak dolaşmayız!”, “Biz insan değil miyiz? Bedensel atıklarımızı gizleriz!” vb. sloganlar eşliğinde doğaya karşı yerleşik süperego başarıları kazanıldı.

Fakat bu eksendeki başarılar aynı parlaklıkta devam etmedi ve nihai hedef (kâmil insan) bireysel düzeyde kaldı, çoğunluğa yansımadı. İD denilen ilkel benlik ve doğal ego birlikteliği, sosyal maskeler/kalkanlar arkasına gizlenerek, teknikler geliştirerek, uzmanlaşarak, işine geleni elde etmeyi hedeflemektedir. Çoğunluk -en basitinden niteliklisine- uygunsuzluk skalasında kendine bir yer bulduğundan, bu düzen reddedilmeyip tolere edilmektedir. Diğer taraftan konfor olanaklarına sahip olma, bireysel/ruhsal yücelme yerine ikame edilip yeterli görülebilmektedir.

Günümüzde gelinen nokta -bireysel olgunlaşmalar artmakla beraber- bir taraftan da çoğunluk için yücelme sürecinde duraksama, hatta geri dönüşün ipuçlarını vermektedir. Nüfusun fazlalığı, olanakların paylaşılması “kim yiyecek?” sorunu”, “iletişim kolaylıkları” vb sebeplerle yeni bir barbarlık dönemi eşiğinde/içinde gibiyiz. Hayatta kalma zorunluluğu bireye sorunlarını –ne şekilde olursa olsun- çözmeyi dayatıyor. Doğa mekanizmasının forsmajör gücü, kararlılıkla insanlığı, bireysel iradeyi yenebiliyor.

Dünya denilen gezegenin en gelişkin canlı türü olan insanların az sayıdaki bilim adamları, evrenin yaşı, boyutları ve mekanizmasına ilişkin fikir yürütebilecek, tanım/yargı üretebilecek yetkinliğe erişmesine karşın, insanlık ortak iradesi, hayatta kalma temel sorununa gerek/yeter kalıbında ve sürdürülebilir bir çözümü kurumsallaştıramamış ve çoğunluğa yaygınlaştıramamıştır. Bu kadar olabiliyor. Kayda değer sayıda insanlar, süperegoyu, özsaygıyı zedelemeyi göze aldıracak zorlanmalara maruz kalmaktadırlar. Çoğunluk, hayatta kalma kurgusunun dayattığı birincil (beşeri benlik) ve deforme ettiği “kirli” ruh hali ile ve bir parça uyum şekeri tesellisi eşliğinde ömürlerini tamamlamak durumunda kalmaktadır. Bireylerin liste başı işi “günlük hayatı sağlama ve kolaylama” maddesinin ötesine geçememektedir. Öğrenim/eğitim olanakları zaten kısıtlıdır ve geneli “uyku” halinden, ham benlikten kurtaracak içerik ve etkinlikte değildir.

Bilgiler katışıksız olarak verilmekte, “aydınlanma”, bireysel yetenek ve çabaya terk edilmektedir. Kozmik benliğe geçiş için uygun altyapı bulunmadığı gibi, çoğu birey için beşeri benliğin duvarları aşılmazlığını korumaktadır. Bu nedenle, bilimsel gelişme hızı, moral değerlere, paradigmaya yansıtılamamaktadır.  Bilim ve teknoloji alıp başını gidiyor; ruhsal tablo yerinde sayıyor gibi. Her yeni nesil, geçmişteki nesillerin defolu yaşam kalıplarını, özellikle psikolojik negatiflikleri aynen tekrarlamaktadır. Çoğunluk doğal yapı ve kurguların kıskacından sıyrılamıyor; “farkında olmayan nesne” gibi, ya da ipleri doğanın elinde olan bir kukla gibi vahşi orman düzeninin avcı ve av rollerinde günlük hayatını sağlama ve kolaylama hedefine damgalanıyor. Bu sığ birincil programı başarabilmek için maskeli davranışlarla zenginleşen uygunsuz tekniklerden oluşan karmaşık bir düzen içinde çırpınıyor. Düşünsel etkinlikler, nesnel olmaktan uzak, “işine gelen ekseninde” “ödül odaklı” kullanılıyor. Bilge, çelebi, uygar kulvarına geçilemiyor.

Genel çözüm, iktisadi refahın yaygınlaştırılması ve sürdürülebilirliği altyapısı eşliğinde –eğitim etkinleştirilerek- kozmik benliğin çoğunlukça özümsenmesini gerektiriyor. Teknoloji ve bilgi çağı insanına yakışan budur.
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 12:27:51 ÖS Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #12 : Aralık 04, 2016, 12:47:17 ÖS »
TASAVVUF KARŞITLARI


Ham/beşeri benlik ile kozmik benlik ayrımı -iki suyun birbirine karışmaması tanımındaki- gibi çok keskindir. Kozmik benliktekiler, ham benliktekilere şefkat kredisi açarlar. Fakat, ham benliktekilerden tasavvuf düşmanları çıkabilmektedir ve argümanlar da geliştirmişlerdir: Genellikle hristiyan mistisizmi (manastır keşişleri) ne benzetirler; gnostiklerden izler bulurlar; İslami ruhban sınıfı peşinde derler; aydınları zehirleyip saflarına katarak islamı yıktıklarını iddia ve ifade edenler de vardır.  İnternette araştırma yapılırsa çeşitli argümanlar ve ağır ifadelerle karşılaşılabilir.



Kuşkusuz, -tasavvufun dışarıdan görünüşünde- insanın dünya hayatı ile ilişkisinden kopma, miskinlik ve tembellik kanaati ediniliyor. Diğer taraftan, tasavvuf söylemleri de insan için olgunluk/bilgelik/psikoestetik hedefler koyduğunu belirtiyor; karşı olanları, “hiç tatmadığı bir şeyi inkar etme tutumu” ile etiketleyip kendini savunuyor.


Yani işte akıl bedene eklemlenmiş; ama, faydaları yanında, bu faydalardan hiç de aşağı kalmayacak sorunların kaynağı da “akıl” olabiliyor. Eğer akıl yetkin ise doğal organizmal yapı ile ego ve süperego barıştırılabilir; birliktelik yönetilebilir.  Bilge, felsefi uygar kişilerin dünyevi hayattan kopmaları gerekmez; insanlararası ilişkilerde psikoestetik yaygınlaşır ve insana dair olan her etkinlik saygınlık kazanır kanaatindeyim

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 491
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #13 : Aralık 04, 2016, 02:57:37 ÖS »
humanizma yaşadığımız bu problemlerin çözümü değil, aksine belki de en temel  sebebi... gerek felsefe, gerekse dinler tarihinde temelde aynı şeyi savunulduğunu görürüz: beden kötü, ruh/akıl iyidir. bedenini hor gör (çilecilik), ruhun refaha kavuşsun. çileciler/mistikler, bütün öfkelerini  kendi bedenlerine ve benliklerine yönlendiren "ham/beşeri benlik"lerdir. temel olarak yaşamdan memnuniyetsizlik duyarlar ve bu memnuniyetsizliği "mümkün olduğunca az hayat sayesinde yaşam" formülü ile ortadan kaldırmak için umutsuz bir çaba sergilerler. daha az ye, uyu, yaşamın temeli olan faaliyetlerden kendini geri çek, bedenini hor gör; istemeyi bırak böylece kurtulacaksın. arzu senin düşmanındır, onu bu düyada ortadan kaldırırsan "mutlak doyuma" ulaşacaksın. buradaki mesajı sanırım herkes görüyordur : "mutlak doyum için geçici doyumdan vaz geç, kavuşma gecesinde son gülen sen olacaksın" bunun adına tevazu , erenlik , kamillik vs. deniyor.

insan ve insanın varoluş biçimlerinin yüceltilmesine, kısacası her türlü hümanizmaya karşı çıkmak gerekiyor. yeryüzünün paraziti olan bu düşünce biçimi tam da bir yer yüzü asalağı olan ademoğluna yaraşmaktadır. istenildiği kadar allanıp pullansın, varoluşçuluktan klasik materyalizme, new age mistisizminden islami tasavvufa, platonculuktan hıristiyan gnostizmine, modern ideolojilerden liberalizme ve hatta sosyalizme dek humanizma;  asalak bir varoluş kipi olan insanın resmi ideolojisidir. sorun:   "bir tanrısal baş yapıt ya da evrimsel zirve olarak insanı" yücelten, öte dünyacı ya da seküler versiyonları ile hümanizma ve onun  varoluş kipi insan.

küresel çözüm için öneriler:
1- modern biyoloji  ve kozmoloji kitleye ulaşmalı (hümanizma ile bilimsel mücadele )
2- felsefi özne probleminin kitleye ulaştırılması ve içselleştirilmesi. aidiyetin yeniden tanımlanması ve kitlesel alımlanması sağlanabilmeli. (hümanizma ile felsefi mücadele)
3- lacancı psikanaliz kitleselleşmeli ve yaygınlaşmalı : "cinsel ilişki yoktur", "büyük öteki yoktur" vb. (anlam sorunu ile psikolojik mücadele. hem BİR fantazmı ve çilecilik ile hem de post modern hedonizm ile  psikanaliz sayesinde kitle bazında da  mücadele edilebilir.  )
4- küresel kapitalizm ve liberal kimlik politikası ortadan kalkmalı. ( "siyasal" mücadele)

2. öneri için ek: http://www.forumfelsefe.org/index.php?topic=5.msg11#msg11
« Son Düzenleme: Aralık 04, 2016, 03:10:32 ÖS Gönderen: samsa »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #14 : Aralık 05, 2016, 01:37:48 ÖS »
humanizma yaşadığımız bu problemlerin çözümü değil, aksine belki de en temel  sebebi... gerek felsefe, gerekse dinler tarihinde temelde aynı şeyi savunulduğunu görürüz: beden kötü, ruh/akıl iyidir. bedenini hor gör (çilecilik), ruhun refaha kavuşsun. çileciler/mistikler, bütün öfkelerini  kendi bedenlerine ve benliklerine yönlendiren "ham/beşeri benlik"lerdir. temel olarak yaşamdan memnuniyetsizlik duyarlar ve bu memnuniyetsizliği "mümkün olduğunca az hayat sayesinde yaşam" formülü ile ortadan kaldırmak için umutsuz bir çaba sergilerler. daha az ye, uyu, yaşamın temeli olan faaliyetlerden kendini geri çek, bedenini hor gör; istemeyi bırak böylece kurtulacaksın. arzu senin düşmanındır, onu bu düyada ortadan kaldırırsan "mutlak doyuma" ulaşacaksın. buradaki mesajı sanırım herkes görüyordur : "mutlak doyum için geçici doyumdan vaz geç, kavuşma gecesinde son gülen sen olacaksın" bunun adına tevazu , erenlik , kamillik vs. deniyor.



Bu değerlendirmeniz, benim için de bazı doğrular içermekle beraber satır aralarındaki anlam, kozmik/evrensel benlik ile örtüşmüyor kanaatindeyim. Yetkin, yüksek paradigmalı, toleranslı, erdemli  insan olmanın nesi kötü olabilir ki. Bedeni hor görme konusuna katılmıyorum; çile dönemi sonrası bedenle barışma, hatta bedeni kutsallaştırma da söz konusu olabiliyor (Keşişlerin inzivası benzeri durumlarda B. Russell’ın isabetli bir yorumunu hatırlıyorum: “Yüce bir amaç uğruna kendi mutluluğunu gözden çıkaran bir insan bile yücelik peşinde koşmayanların mutluluğunu kıskanabilir; bu kıskançlık çoğu kez kendilerini aziz sananları acımasız ve yıkıcı yapar…” (*) .  Epikürcü tutum insan doğasına aykırı; üzerinde durulması gereken, her şeyde olduğu gibi, “insani hallerin yönetimi” dir. Evet, hayat etkinliklerinden uzaklaşma gibi görünüyor; nihilizmde de benzer melankolik, pasifist ruh hali var. Fakat işte aşkınlık haline eriştikten sonrası dönemde nasıl ki coşkulu, özgür ruhlu nihilist olunabiliyorsa, Mevlevilikte de aşkınlık yakalandıktan sonrası bireyin psikolojik alt yapısı ve beyin kimyasallarına göre hayat yolu aktif/pasif şekillenir. Bu noktada varoluşçu felsefeyi de devreye alabiliriz. Birey evren ve hayattaki yerini isabetli olarak kavradıktan sonra hayatını anlamlandırmak için beyaz/boş sayfasını gönlünce doldurmaya girişebilir, varlıkların en yeri doldurulmazını oluşturmaya girişebilir (Andre Gide - Dünya nimetleri); gereken enerji, doğasında mevcut (elbette sağlık şart).


(*) Bir fark vardır: Kozmik/evrensel benlikte bu yargılayıcı, acımasız tutuma rastlanmaz; şefkat (severek acıma) devreye girer. Sanırım bu hümanizmadan ileri geliyor olabilir.

 
« Son Düzenleme: Aralık 05, 2016, 01:46:39 ÖS Gönderen: zgnrsn »

zgnrsn

  • Ziyaretçi
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #15 : Aralık 07, 2016, 12:48:04 ÖS »
YORUM

Dünya nüfusunun tamamına yakını ham benlik kalıbındadır. Ortamlarda ham benlik paradigması egemendir. Sonuçlar ham benlik yansımasıdır. Yani mevcut durumda, insanlar benmerkezcil tutum içinde ve ruhsal alanlarında içgüdüler ya da id iktidardadır; diğer tüm akıl/zeka ve yetenekler id ve duyguların hizmeti rolündedir. Tüm bilimsel gelişmelere, sosyal+yasal organizasyonlara, protokol çözümlemelere, inanç sistemlerine karşın doğa mekanizması –özellikle içgüdüler aracılığıyla- forsmajör üstünlüğünü sürdürmekte hedefini kararlılıkla oluşturmaktadır. Vahşi orman düzeni, uygarlık söylemleriyle maskelenerek ana eksende devam etmektedir. Çıkar çatışmaları, iyi niyet ambalajı (Truva atı) içinde, dehümanizasyon (ötekileştirme), akla uydurma başarıları (diplomasi)  vb. eşliğinde tüm keskinliği ile yaşanmaktadır. Yönetici konumunda olanlar bu keskinliği, sırtlan dişlerini -özellikle devletlerarası ilişkilerde- şiddetle algılamaktadırlar.


Doğal organizmal yapı, içinden geldiği gibi davranma anlamı eşliğinde özgürlük ile özdeşleştirilebiliyor. Ne var ki diğerlerinin varlığı ve hakları ortaya sınırlar koyuyor. Konfüçyus’un “başkalarına zarar vermeden isteklerini gerçekleştirmesi” deneme sınama yoluyla/çarpa çarpa ancak yetmiş yılda öğrenilebiliyor; artık geriye ne kadar ömrü kalmışsa… Bu yetmiş yıl, başkalarının sınırlarlarını travmatik koşullar/savrulmalar/cezalar eşliğinde öğrenme; kendi ilkel benliğini bu sınırlara adapte etmeyle harcanır; insani potansiyel dar kabuğa hapsedilir ve güdük kalır. “Öfke baldan tatlıdır” dan “nezaket size de huzur verir” noktasına gelmek yetmiş seneye malolmamalı. Oysa, farkındalık ve yönetme yetkinliği, oluşan tablo içinde hareket kabiliyetinin yüksek verimde kullanılması, yani özde özgürlük kazanımı olarak yorumlanabilir.


Günümüzde gelinen noktada nüfus artışı ve hayat temposunun hızlanması, kişinin kendini tanıma gereğini/olanağını dahi lüks haline getirmiştir. Bir taraftan insanlık bilgi birikimini verimli kullanıp kendini geliştirenler olduğu gibi, insani değer yargılarını ciddiye almayanların (açgözlü ve açıkgözlerin) baskın olduğu, başı çektiği, yeni bir barbarlık çağı da tsunami benzeri üzerimize geliyor. Doğa mekanizması, güç ve kararlılıkla insanlığı, insanlık değerlerini yeniyor olabilir mi?


Peki, insanlığın doğaya karşı başarıları yok mu? İnsanlık, doğal elenme mekanizmasını kendi türü için askıya alabilmiştir (yaşama yetkinliği olmayanlar/sakat ve zayıflar, -diğer türlerde olduğu gibi- ölüme terk edilmez, himaye edilir); bu uygarlık ekseninde yüksek bir başarıdır. Bu başarı, akıl ve duygu eşliğinde oluşan müthiş bir devrimdir. Binlerce yıldır doğal elenme mekanizması insan türü için etkin değildir (istisnalar var elbette). Yaşam yetkinliğine sahip olmadıkları halde elenme mekanizmasından muaf olan insanlar, insani değerler ve organizasyonların kurucusu ve koruyucusu/destekleyicisi olmuşlardır/olmaktadırlar. İşte bu motivasyon, kozmik benlik yönünde yardımcı olabilir/ mi?


Fakat hermetizmde ~ 5000 yıldır, budizmde 3000 yıldır, Mevlevilikte 800 yıldır, bir arpa boyu yol alınamamış gibi. Ham benlik tutsaklığı daha asırlar boyu devam edecek.

 
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
« Son Düzenleme: Eylül 05, 2018, 03:04:16 ÖS Gönderen: zgnrsn »

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 491
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #16 : Aralık 09, 2016, 06:06:26 ÖS »
 

 humanizmanın temel savlarından biri de insan ve doğa çekişmesi varsayımının yadsınamaz bir hakikat olduğudur. buna göre, insan ve onun bilinci doğanın dışında bir yere yerleştirilir ve böylece insan doğa ile ezeli bir mücadele ile tahayyül edilir. öte dünyacılığın tanrısının yarattığı eşref-i mahlukat bir yanı ile tanrısal olduğu için tıpkı dünyanın dışındaki yaratıcı gibi kendisinin doğanın dışında ve böylece doğaya karşı bir mücadele ile tanımlar. seküler hümanizmanın yaptığı şey de bu insan/doğa,  akıl/beden gibi karşıtlıkları sorgulamadan kabul etmektir. (insana verdikleri anlam sebebiyle naziler de humanist idi: kısaca humanizma, insan denilen varoluş kipinin yüceltimesidir. yoksa felsefi bağlamda humanizm; genellikle düşünüldüğü gibi insanların hoşgörü içinde, kardeşçe yaşamaları vs. değildir. )
 
 sadece modern biyoloji bile bizi humanizmanın, homo sapiens denen türün çaresiz kimliklenme çabasının gülünçlüğü ile yüzleştirir:  insani denilen özelliklerin (ahlak sistemi, hasta bakımı , sosyal yaşam vs.)  doğaya bir reddiye olmadığını aksine onun işleyişine dahil olduğunu, tıpkı bunun tersi gibi("ham benlik" gibi) "doğal" olduğunu ve zaten insan bilincinin yüce ve aşkın bir tarafının olmadığını tekrar tekrar gözlemler. mesela, bonobo maymunlarının "insanlardan bile" daha barışçıl bir yaşam sürdükleri gözlemleniyor.  bonoboların dişi hakimiyetindeki görece huzurlu ve çatışmadan uzak yaşam biçimleri hangi hermetik, budist ya da tasavvufi sistemin sonucudur.   "hazcı ham benlikleri" yüzünden cinselliği sosyal sorunları çözmede  temel yöntem olarak kullanan,  çileciliğin binlerce yıldır uğraşıp geldiği noktadan daha iyi bir yerde olduklarını söyleyebileceğimiz bu primatlara yoksa tanrı kendinden ruh mu üflemiş? ya da bonobolar da homo sapiensler gibi "doğanın üzerinde ve elenme mekanizmasından muaf" mı olmuşlar  :)
 
 not: yukarıdakiler bir romantik naturalizm güzellemesi değildir.
 
 
« Son Düzenleme: Aralık 09, 2016, 06:31:00 ÖS Gönderen: samsa »

oe_

  • Yoğun Katılımcı
  • *****
  • İleti: 780
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #17 : Aralık 10, 2016, 09:57:07 ÖS »
Burada sanırım farklı kullanımlar var, çok emin değilim.

Hümanist, insancıl olarak da kullanılıyor. Veya insan temelli, insan merkezcil.

zgnrsn bana sanki insancıl yönü üzerinden kullanıyor gibi geldi. İnsancıl vurgu insan merkezli olmaktan çok insanın ulaştığı yüksek değerleri paylaşma üzerindendir. Bu değerleri hayvanlar dünyasında bulmak herzaman çok mümkün olmadığı için bu yaklaşım çok da saçma değil bence. Belki birkaç örnek bulabiliriz ama arkaplanını tam da anlayamayabiliriz de. Belki sebepler başkadır.

Öte yandan çok derinine inilmeyen bir yanlış düşünce insanı kendi köklerine kadar zehirleyebilir de. Örneğin Hitler'in şöyle bir sözünü okuduğumu hatırlıyorum: "Güçsüze yardım etmek doğaya ihanet etmektir". Çünkü doğa güçsüze yardım etmez. Doğaya ve kendi doğana karşı mı geleceksin? İncelikli bir tuzak. İşte bu noktada doğa veya hayvanların yaptıklarının insanın en yüksek ideali olamayacağının anlaşılması gerekiyor. Yoksa buyrun Hitler sizi bekliyor, birlikte güçsüzü ezin.


samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 491
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #18 : Aralık 11, 2016, 10:14:14 ÖÖ »
islam : hoşgörü dini
hırstiyanlık : sevgi dini
demokrasi : tolerans rejimi
vs.vs...
buna mükabil dünya : bombok...

demek ki, kurumsal olarak pek çok dizge tarafından öne sürülmekte olan "hoşgörülü olma" her kimliğin kökensel olarak içinde bulundurduğu "birincil faşist hamle"yi bertaraf edemiyor. genellikle yapılan hata, hoşgörülü olduğunu söyleyip ötekini ortadan kaldırmaya çalışan ideolojilerin içten davranmadığını, hoşgörülü olmadığını sanmaktır. oysa, horgörü hoşgörüye her zaman dahildir ("birincil faşist hamle" sebebiyle)
humanizma, "insanlığın" ideolojisi olduğu için, "insan" da bu ideolojinin kimliği olduğu için onun sık sık hoşgörülü olma ile birlikte anılması şaşırtıcı değil. insan merkezcilik, insan olma dışında tüm farkları ortadan kaldırır; asli nitelik olarak insanı insan yapan unsurları seçer. böylece, asli unsurlar dışındaki farkla hoşgörülebilir olur. buradan nasıl olup da nazizmin doğduğunu iyi tahlil etmek gerekir : kimliği oluşturan "birincil faşist hamle", hoşgörü ile cilalanarak sadece inceltilir ve göze hoş görülür hale getirilir, ancak kimliğin yeniden oluşturucu dinamosu olduğu için ortadan kaldırılamaz. demokrasi böylece kimliğin birincil faşist hamle sayesinde inşası için bir mekanizmaya dönüşür. yani, hoşgörü ve demokrasi kimlik politikalarını merkezine almasıyla faşizmi tekrar tekrar üretir. (bakınız demokrasi tarihinde tiranların ortaya çıkışı..)

bir humanist ideoloji olan Nazizim de, insanlığı yüceltirken insan denilen varoluş kipinin asli niteliklerini belirler : insan, aryan ırktır. Nazizim, ideolojisinin merkezine "insanı" alarak  soykırım yapar. Nazizmde de insanlığın asli niteliklerini taşıyanlar ve bu kimliği üstlenenler arasındaki farklılıklar hoşgörülebilirdir.

humanizm ve insancıllık ilişkisi için..
hümanizmin sevgi, hoşgörü ile aynı şeye dönüşmesi, insan merkezcilikten geliyor. insanın asli niteliklerini belirledikten sonra(bunu kimliğin dışına def edilenler üzerinden yapar) bu asli nitelikleri merkeze almaktır humanizma. tüm kimlik politiları aynı yöntemi kullanır zaten : ötekiyi tanımlayıp bir öz-kimlik inşaa etmek.

nihayet elinizde bir hoşgörülebilirler sınıfı vardır. böylece hem sürekli üzerinden kimlikleneceğiniz(liberal demokrasi) hem de zamanı geldiğininde tepesine binebileceğiniz (nazizm) bir öteki de muhafaza etmiş olursunuz. bunlar birbirinin mantıksal sonuçlarıdırlar ve bunun için mevcut demokratik sistem döngüsel olarak faşizmler üretiyor.
« Son Düzenleme: Aralık 11, 2016, 10:17:39 ÖÖ Gönderen: samsa »

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 491
Ynt: MEVLÂNÂ yı kim anlamış?
« Yanıtla #19 : Aralık 11, 2016, 10:22:33 ÖÖ »
bu arada doğa; güçsüzü ez, demez. doğa, güçsüzü koru da demez. doğa, hiçbir şey demez. doğanın bir doğası yok... bir ara evrim konusunda bunun üzerine yazacağım.