Gönderen Konu: Platonik Oyun  (Okunma sayısı 9206 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 429
Platonik Oyun
« : Nisan 11, 2014, 09:34:49 ÖS »
Felsefe Ekibi sitesinde ferda ile birlikte yazmaya başladığımız oyuna bu başlıkta devam etmek niyetindeyim.Oyun iskeleti putların alacakaranlığı'ndaki “Gerçek dünya” sonunda nasıl da bir masala dönüşüverdi: bir yanılgının öyküsü başlıklı metindi.oyunun 6 perdeden oluşması yani metindeki her bir madde için bir perde olması planlanmıştı.

“Gerçek dünya” sonunda nasıl da bir masala dönüşüverdi: bir yanılgının öyküsü
1 gerçek dünya aydın, sof, erdemli için erişilebilendir – öyle bir kimse böyle bir ortamda yaşar, o odur.
(idenin en eski biçimi, usa uygun, yalın ikna edici. “ben platonum, gerçekliğin kendisiyim”  önermesinin transkripsiyorunu)
2- gerçek dünya ulaşılmazdır şimdilik; ancak aydın, dindar, erdemli insana (“tövbe eden günahkara”) vaat edilir.
(idenin ilerleyişi: ide inceliyor, anlaşılmaz oluyor, kavranılmaz oluyor – kadın oluyor, hristiyanlaşıyor.)
3-gerçek dünya ulaşılmaz kavranılmaz, umulmaz oluyor ancak yine bir avunma, bir görev üstlenme, bir buyruk diye düşünülüyor.
(temel olarak aynı güneş ancak parlıyor sis kuşkuculuğun arasından; yüceleşen, solgunlaşan, kuzeyli, kosingbergli ide)
4-gerçek dünya ulaşılmaz mı? Her durumda erişilmez ve erişilmez olarak bilinmez de. Sonuç olarak avutmaz, kurtarmaz, üstlenmez: öyleyse neden bilinmeyenin yükü altına girelim?
(kurşuni sabah: ilk esneyişi usun. Pozitivizmin horoz çığlığı)
5- gerçek dünya- artık hiç bir işe yaramaya n, bir görev bile olmayan – yararsız, can sıkıcı olmuş bir ide; sonuç olarak geçersiz kılınmış bir ide: yok edelim onu!
(pırıl pırıl bir gün; kahvaltı; neşenin dönüşü ve bons sens; platon utançtan kızarır, tüm özgür ruhlar ayaklanır.)
6- Tükettik artık gerçek dünyayı: Hangi dünya kaldı? Yoksa görünen mi? Oysa değil! Gerçek dünya ile bu görüneni de tükettik artık!
(öğle üstü; kısacık gölgenin göz açımı, uzun bir yanılgının sonu, insanlığın yüksek aşaması : zerdüşt başlıyor.)
Nietzsche
« Son Düzenleme: Nisan 20, 2014, 11:38:12 ÖÖ Gönderen: samsa »

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 429
Ynt: Platonik Oyun
« Yanıtla #1 : Nisan 11, 2014, 09:38:23 ÖS »
PERDE I  : “Ben Platon, hakikatin kendisiyim”
                                                                 


 
 
Sahne 1
"Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ"
Haşim

 
 
(Sahnede genel olarak  Atinanın rutin-günlerinden birisi tasvir edilmektedir. Bir köşede bir masa etrafında yiyip-içenler, bir köşede cilveleşenler, bir köşede kavga edenler...  Platon, bir ağacın gölgesi” altında bu gündeliği seyre dalmıştır;  bir süre sonra kendi kendine konuşmaya başlar, Atinalılara seslenmemektedir.)
 
Platon :   Tanrılar aşkına bu ne sefil bir iştiha!   Nasıl kayıtsız kalırım bu yozlaşmaya, nasıl tek söz bile etmeden  geçip giderim böyle bir sokaktan! Ah,  Atina çürümeye devam ederken; demokrasi  de yeryüzünde çürütemedekilerini infaz edip toprak altında çürütüyor! Büyük Sokrates’in başka türlü çürümesi  mümkün müdür zaten! Şu demokrasi dedikleri  o kadar rezil ki, onda ancak çürütüp kokuşturmada hem fikir olur insanlar.Öyleyse, Sokrates’i öldürmede fikir birliği edilmesine hiç şaşmamak gerekir! Zaten bedensel tutkuların  esareti altındaki bu sefil iştihanın bakışlarından,  gölgelerin karanlığını delip de aydınlığa çıkmasını  beklemek kaçıklıktan başka nedir ki ; gölgenin gölgeyi aydınlattığı nerede görülmüş!  Ama  güneş balçıkla sıvanmaz derler, er geç kutsal ışığın bilgeliği aydınlatacaktır bu sefil karanlığı.
Sen ey parıltıların tanrısı Apollon, sen ki ışığınla herkesi aydınlatmayı beklersin, karanlıkların gazabından sana sığınırım ve sen ey koca Sokrates, başlattığın savaşın ruhu olmaya huzurunda and içiyorum, gazamız müberak ola!

Soktates’in ruhu:
(Bir ses Platon’la konuşmaktadır, Platon kadar coşkulu değildir.) Sadık talebem, Ruhdaşım... Hiç kuşkun olmasın ki  gazamız mübarek ve muzaffer olacaktır.Yeter ki bu kutsanmış yolda kaybolmamak için yüreğinden gelen sesi dinlemeye devam et.  Zira düşmanın pek pekin, pek yaman;  öyle ki artık onu karşısına alan sinek ejderhaya  dönüşmek zorundadır. Böyle bir karanlığın hakkından ancak  göze görünmeyecek kadar parlak bir ışık gelir.
 
Platon: Ah Sokrates, insanlara göze görünenin sadece gölge olduğunu nasıl anlatabilirim. Göze görünen tüm bu ışığın sadece karanlık olduğunu...
 
Soktates’in ruhu:   İnsan; bilmediğini bilen, duymadığını duyan, görmediğini gören  olduğu için insandır, Platon.  Atinalılar ise kendilerini bilmezler. Az önce duyduklarımdan şunu anladım ruhdaşım: Sen kendini bilmeyenlere güceniyorsun, bedenimi öldürdükleri için. Oysa gölgelere kızmamak, gücenmemek gerekir, zira   beni öldüren onlar da değildi. (Bundan sonra Sokrates’in ruhu gittikçe daha coşkulu konuşmaya başlar) İsteyerek gittim ben ölüme, ruhuma koştum ben bedenimden. Bilmez misin,  kemikten bir hapishanedir beden , bir işkencedir kan cana! Kaburgalar parmaklıktır, ruh dolar parmaklarını parmaklıklara talihsiz bir mahpus misali; mahsun... İşte mahkum edildiğimde yargıçlarca, bedenim acıdı ruhumun bu tutsaklığına, acıdı da tek seferlik acıya, ölümün acısına katlanmaya razı geldi. Bir beden ruhun farkına vardığında ister istemez merhametle dolar dostum! Onun içindir ki, dilim Kripton ile konuşurken ruha merhametle üflemiş,  bir et parçası olan dilim direnmişti Kriton’a. Zaten dilim olmasa nasıl “hayır” derdim ölümden kaçma teklifinin ayartısına ve nasıl “evet” derdim bir hücrede infaz beklemenin işkencesine. Dilde kemik yoktur aziz dostum, işte bu yüzden ruhun tek mütteifiki dildir bedende. Merhamet daha kolay “dile gelir”, kemiğin olmadığı yerde.
 
Platon: Ah Sokrates! Sen herzamanki gibi haklısın. Boşuna olmadın ya “insanların en bilgesi”... Sözünün üstüne söz koymak ahmaklık olurdu ancak, bunun için susup seni dinlemek düşer bana şimdi. Belli ki bu sözleri bana boşuna söylemedin,zira bir yerlerde “konaklamak isteyen” sözler işitmekte kulaklarım.
 
Sokrates’in ruhu:  Bu dediğin bile aldığım kararın ne denli yerinde olduğuna işarettir, candaşım;  aklın başından büyük senin, nasıl da anlayıverdin dilimin altında birşeyler gizlediğimi. Çok kimsede bulunmaz bu özelliklik, aklı başından taşanlardasın sen de.  Öyleyse  gizlemeye gerek yok, çıkarmalıyım artık dilimin altındaki baklayı ben de, zira ya yutmak yada tükürmek gerekir dil altına her gizleneni.  Oysa uzun süre önce bu ızdırap verici düşünceyi  kendim bile görmeyeyim diye dilimin altına gömmüştüm ben , ancak hesap edememişim toprağa gömülen tohumun kök salıp canlanacağını ve bir gün üzerindeki toprağı ittirerek açığa çıkacağını. En iyisi uzatmadan bir kerede söyleyivermek bu zorlu fikri : Tekrar bir bedene hapsolmak...
 Ah, bunun ızdırabını hiç bir yaşayanın anlaması mümkün değildir Platon. Ama böyle bir harpte ızdırabın ne önemi var ki! Büyük savaşlarda acı sadece bir tefferruattır, öyleyse bırak ruhum dolsun bedenine ve “BİR” leşsin ruhlarımız, senin bedeninde. Birlikte cenk edelim karanlığın gölgelerine karşı, kanın kanım olsun canım canın!  Bir dilden konuşalım seninle, zamanı geldiğinde anlasınlar ki “BİR” dilden konuşur olur, bizim ile!
 
Platon:  Buna nasıl “Hayır!” der dilim yüce Sokrates, bedenimde senin ruhunu taşıyor olmak ancak onurlandırır beni,  öyleyse şöyle der bu dil : (Sokrates’in ruhu ve Platon birlikte) Gazamız mübarek, davamız muzaffer ola!
(Sokra-ton Atinalılara ve seyirciye seslenmek üzere  hareketlenir diyaloglar boyunca Atinalılara seslendiği kadar seyirciye seslenir. Atinalıların karşılıklarını seyircinin sahiplenmesi böyle sağlanır. )
 
Sokra-ton:  Atinalılar, yurttaşlarım! Sizleri zincirlere bağlanmış görmek nicedir  yüreğimi dağlar durur. Ah  benim gördüklerimi siz de görseniz... Öyle bir esarettir ki sizi bağlayan, hiç bir şeyi değilse bile  şu prangaların soğukluğunu hissetmemenize şaşarım. Ancak şaşkınlığım biraz düşününce bu şaşkınlığıma şaşırmama dönüşür;  zira bir elma kurdu için dünyanın elmadan ibaret olmasından tabii ne olabilir ki..
Şimdi, sizler için yüce Atinalılar sizlerden bir dileğim var.  En azından, benim gibi yaşlı bir insanın dileğini geri çevirmeyecek kadar erdemli  olduğunuzu bilirim. İzin verin, sizleri esaret altına alan, farkında olmadığınız prangalarınızı göstereyim. İzin verin, sizlere dünyanın bir elmadan ibaret olmadığını göstereyim… Başarırsam,  kazanacağınız çok şey olacaktır, başaramazsam  da sizi sadece kısa bir süre meşgul  etmiş olacağım; ne dersiniz, vaat edilenlerin büyüklüğü karşısında dediklerime kulak vermeye değmez mi?
 
Atinalı 1: Kulağımız şu andan itibaren seninledir, Sokra-ton.
 
Sokra-ton: Yurtaşlarım, anlatacaklarımdan dolayı bana kızacağınızı biliyorum fakat bunu tüm yüreğinizle isteseniz de yapamazsınız çünkü kızacağınız şey ben olmayacağım, o sadece gölgem olacaktır. Sözümü kesmeyin dostlarım.  Gölgenin ne olduğunu bilmediğinizin farkındayım çünkü karanlıkta yaşayan bunu ancak aydınlığı gördüğünde anlar. Aydınlığı bir kez olsun görmemiş olan sizler eğer bu söylediklerimden dolayı bana düşman olursanız ancak karanlıkta yaşamaya devam edeceksiniz.
 
Atinalı 2: Doğru dedin Sokra-ton . Ne dediğini dinlemeden birisine düşmanlık etmenin kimseye hiç bir faydası olmaz.
 
Sokra-ton:  Bir Atinalı’dan da böyle akıllıca bir cevap beklenirdi zaten. Bizler barbarlar gibi değilizdir; ne dostluğumuzda ne de düşmanlığımızda akılsız davranırız. Her zaman ne yapacağımıza  ölçer biçer öyle karar  veririz. Mesela; biz Yunanlar birisiyle dostluk edeceksek neden dost olduğumuzu bilmemiz gerekir, yok birisine düşmanlık edeceksek yine neden düşman olduğumuzu bilmemiz gerekir. Böylece dostluğumuz daha dostça, düşmanlığımız daha düşmanca olur. Ayrıca düşmanımızı alt edebilmek için de düşmanımızı tanımamız gerekir; düşmanımız bizi, bizim onu tanıdığımızdan daha iyi tanırsa da  o  bizi alt etmeye muktedir olur. Hepimiz bu kuralı bildiğimiz için, önce karşımızdakinin ne söylediğine dikkat ederiz.
 
Atinalı 1: Görüyorum ki kulaklarımızı sana vermekle hiç de yanlış birşey yapıyor değilmişiz, Sokra-ton.  Biz daha önce böyle bilgece sözler duymamıştık; bizim hergün farkında olmadan yaptığımız şeyleri neden yaptığımızı doğruca açıklayarak hakiki bir sophos olduğunu kanıtladın.
 
Sokra-ton:  Atinalılar unutmayın ki,  bilge-sever üstatların da dediği gibi “doğru iki kişiliktir”, o halde gelin doğruları hep birlikte arayalım. Zaten kendisine “sophos” diyen bazı Atinalıların da söylediği gibi, “Bilinmeyen bir şey bilinemez, bilinenin ise bilinmesi çabasına gerek yoktur.”  Onun için ben de sizlere “bilmediğiniz” bir şeyi öğretemem, size söylediklerim hep  sizlerin bildiği ama unuttuğu şeylerdir. Ben karşınızda bir  bilge olarak değil , ebe olarak duruyorum Atinalılar. İşim de sizlere unuttuklarınızı hatırlatmaktır, bana biçilen yazgı sadece budur. Onun için bana  sophos demeyin dostlarım, ben sadece bir philo-sophos olabilirim.
 
Atinalı 3:  Bu söylediklerinizden sonra size bilge demezsek tanrıları gücendireceğimizden korkarız Sokra-ton. Unutulanları hatırlatmak da ne anlama geliyor. Bağışlayın bilgeliğiniz kulağımıza büyük gelir de sığmaz.
 
Sokra-ton: Peki, eğer dediğiniz gibi, bir kulak bir sözü almayacak kadar küçük ise bu sorunu nasıl çözmek gerekir?

Atinalı 2:
Eğer çömlek bir yemeğin hepsini içine almayacak kadar küçükse suç yemekte değil çömlektedir. Yemeği küçük bir çömlekten yiyip sonrada çömlekteki yemek bitince doymamaktan şikayet etmek olmaz. Öyleyse biz çömleği büyütmek zorundayız.
 
Sokra-ton: Evet dostlar! Böyle bir sorunun söylediğiniz gibi iki cevabı vardır. Ya sözleri küçülteceğiz ya da kulaklarımızı büyüteceğiz. Birinci çözüm sizin de söylediğiniz gibi hakiki bir çözüm olmaz, çünkü sözleri küçültürsek söylemek istediklerimizi söyleyemeyiz, bunun için de varmak istediğimiz noktaya varamayız. Öyleyse,  bizim büyük sözler için daha büyük kulaklara ihtiyacımız var. 
 
Atinalı 2: Evet Sokra-ton, söylediklerinden çıkan sonuç ancak budur.
 
Sokra-ton : Peki, küçük bir çömleği eskisinden daha büyük hale getirmek istersek ne yapmamız gerekir? Onu bir kerede mi büyütürüz , yoksa  parça parça ve sabırla mı?
 
Atinalı 2: Açık ki,  çömleğe yeniden şekil verip daha büyük hale getirmek için  bizim sabırlı olmamız ve onu parça parça büyütmemiz gerekir.
 
Sokra-ton: Öyleyse Atinalılar sadece kulaklarınızı vermekle kalmayacak, kulaklarınızı çekiştirip uzatmaya, onları eskisinden daha büyük hale getirmeye de razı olacaksınız. Bunun için de sabırlı olmanız gerekiyor, yoksa sözler kulaklardan taşacaktır..
 
Atinalı 1: Öyleyse Sokra-ton, verdiğimiz sözü değiştiriyoruz ve şöyle diyoruz şimdi:  “Bundan böyle kulağımız hikmetli sözler duymak istediği için sabırla uzamaya daha önce hiç olmadığı kadar hazırdır ve seninledir”
 
Sokra-ton:  Atinalılar! Eğer sözlerime kulak vermeseydiniz hayatın bu en kutsal anını kaçırmış olacaktınız; hakikatın nurunu, mutluluğun anahtarını, ilahi bilgiyi;  karanlığın çamurunda domuzlar gibi debelenmeye devam etmek için reddetmiş olacaktınız. Şüphesiz ki,  bunda büyük bir aptallık vardır. Beni dinlemek için büsbütün gönüllü olduğunuzu öğrendiğime göre şimdi size söylemek istediklerimi bir hikaye ile anlatmaya başlayabilirim.
Bir mağara düşünün Atinalılar! Doğdukları günden beri bu mağarada yaşayan insanlar yüzleri mağara duvarına dönük şekilde zincirlenmişler ve hareket edemiyorlar. Arkalarındaki nesnelerin gölgeleri bu duvara mağarada yanan ateş sayesinde yansıyor. Arkalarından hayvanlar geçtiğinde bu insanlar hayvanları değil gölgeleri gördükleri için hayvanların çıkardıkları seslerin gölgelerden geldiğini sanmazlar mı? 
 
Atinalı 4:
Eğer dediğin gibi doğduklarından beri kafalarını hareket dahi hareket ettiremeyecek şekilde zincirlilerse sahiden de gölgelerin sesler çıkardığını sanabilirler. Yanlarındaki arkadaşları konuştuğunda onu göremedikleri için gölgenin konuştuğunu düşünürler.
 
Sokra-ton: Evet arkadaşım, hatta kendi konuşmalarını bile gölgenin konuşması sanarlardı, değil mi?
 
Atinalı 3: Başka şansları yok gibi görünüyor, Sokra-ton.
 
Sokra-ton:  Başka şansları yok gibi mi görünüyor, yoksa başka şanslarının olmadığı bir gerçek mi?
 
Atinalı 3: Bağışla Sokra-ton, söylemek istediğim ile söylediğim birbirine uymadı. Şüphesiz, bu insanların gölgeleri gerçek sanmaktan başka bir şansı yoktur.
 
Sokra-ton:  Endişelenme kardeşim, zaten uzun süredir söylemek istediğin şeyleri unutmuş durumdasın. Bir insan hatırlamayı öğrenip hatırladığında artık söylemek istedikleriyle söyledikleri bir olur.
 
Atinalı 3: Ama Sokra-ton, yine unutmaktan ve hatırlamaktan bahsediyorsun...
 
Sokra-ton:  Sabırlı olun dostlarım, tüm soruların cevabını “BİR- likte” bulacağız, zaten bir-liktelikten ötesi de yalandır ya... Ah,bağışlayın beni,  kulaklarınızın küçüklüğünü  unutup büyük sözler söylemeye başlamışım yine. En iyisi  herşeyi en baştan anlatmaya çalışayım da kulak ve sözlerin büyümeleri orantılansın; yavaşa-yavaş : Sizlere bu seslenişlerde bulunmadan önce sevgili Atinalılar, fark ettirmeden bir süre sizleri izledim, konuşmalarınıza kulak kabarttım. Mağara hikayesi de işte bu seyir ile aklıma düştü. Halleriniz ve çıkardığınız seslerle Atinalılar, sizde  mağarada zincire bağlanmış, prangaya vurulmuş sefil yaratıklar gördüm. Böyle seslendiğim, eğip bükmeden  konuştuğum için kızmayın bana, ilenmeyin de: Zira sefil diyorsam sizlere, bu ancak sefilliği kendimden bildiğim içindir, yoksa kendinde olmayanı nasıl bilir bir insan. Bir zamanlar ben de bu sefil hallerde olmasaydım, şimdi nasıl diyebilirdim sizlere rezil? Yoksa tanrılar boşuna mı derler sanırsınız : “Kendini bil!”
 
(Sokrat-on bu konuşmayı yaparken,  sahnenin bir kısmına “modern-zamanların” sefaleti yansıtılır, “modern-kölelik halleri gösterilir, fabrikalarda, hizmet sektörlerinde, otomasyon,  seri üretimin “bandına” zincirlenmiş insanlar,  rutinleşmiş “kurulu-hayatlar, dolup taşan, boşlan  fabrikalar, okullar, yani “büyük-toplumsal makine”, tüm-rezillğiyle gözler önüne serilir)
 
Dostlarım, kutsal ışığın hakikatinde hikmet sahibi olup yücelmek isteyen Atinalılar, kulaklarınızı çekinmeden çekiştirerek beni dinleyeceğineze verdiğiniz sözü tutacağınızdan şüphem yok.  Ancak sizlere az önce unuttuklarınızı hatırlatacağıma dair verdiğim sözüme benim sadakatimi kanıtlayabilmem sizleri bir adım daha atmaya davet etmek zorundayım. Kulaklarınızı büyütmeye hazır olduğunuz gibi, yüreğinizi de büyütmeye hazır olmazsanız nasıl dayanırsınız hakikatin yüceliğine. Şimdi cesaret zamanlarıdır Atinalılar!   Hem bazı şeyleri “hatırlatmak” için sesler yeterli gelmez, onları bizzat tecrübe etmek gerekir. İşte bu yüzden dostlarım, sizlerin apaçık, aydınlık ve ferah sandığı bu dünyayı, asıl halleri olan karanlık, kasavetli hallerine dönüştürmemiz gerek.
Öyleyse dostlarım, hala bana verdiğiniz sözlerinizin arkasında iseniz, gelin hep birlikte taşıyalım bu dünyayı hikayedeki mağaranın içine; BİRlikte hatırlayıp çıkış yolunu, çıkalım bu karanlık inden dışarı! Böylece benim gibi, sizler de kendinizden bileceksiniz sefilliği ve hatta sefilliği kendinizden bilidiğinizi bilmeyi bile...
 
(Perde iner, ikinci sahneye geçişin hazırlıkları yapılır)
« Son Düzenleme: Nisan 20, 2014, 11:38:36 ÖÖ Gönderen: samsa »

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 429
Ynt: Platonik Oyun
« Yanıtla #2 : Nisan 12, 2014, 10:20:15 ÖÖ »
PERDE I : “Ben Platon, hakikatin kendisiyim”




II.Sahne
“Bu bir pipo değildir”
Magritte



Seyirciler salona gelmeye başladığı andan itibaren kapalı devre kamera sistemiyle kaydedilmektedirler, sahne aralarında onların bu görüntüleri tiyatro perdesine yansıtılır. Perde açıldığında, seyircinin sahnede gördüğü bir mağaradır ve bu sırada da Mahler’in 1.senfonisi  çalmaktadır, mağaranın karanlıklarının ruhuna uygun biçimde, korkutucu ve tedirgin edici. Sokra-ton da dahil olmak üzere, tüm Atinalılar Platon’un betimlediği biçimde sırtları seyirciye ve mağaranın girişine dönük, ayaklarından zincire bağlanmış, boyunlarından da prangalara vurularak mağaranın dip-duvarına yan yana sabitlenmişlerdir. Kafalarını sağa-sola çevirememektedirler ve zincirleri kısadır. Ancak zincirlerin sahnenin arkasında bir uzantısı vardır ve böylece “mahkûmlar”  zincirleri çektiklerinde kendilerine hareket edecek alanı yaratabilmektedirler. Bu hareket alanının genişliği  diyalogun gelişimi ve Atinalıların aydınlanması ile doğru orantılıdır; ancak zincirleri uzadıkça da “yükler” artmakta ve böylece hareket etmek zorlaşmaktadır.. Perde açıldığında, arkadan “yatay” biçimde verilen ışığın etkisiyle mağaranın dip duvarında –Platon’un benzetisinde olduğu gibi- “ateşin” önünden geçen hayvanların gölgeleri yansımaktadır.)

Sokrat-on: İşte şimdi Atinalılar, “asıl dünyamıza” dönmüş olduk. Buraya gelmeden önce de aslında bizler burada ve böyle yaşıyorduk. Şimdiye kadar gördüğümüz ve yaşadığımız her şey şu önümüzdeki gölgeler gibi birer kuruntudan ibaretti. Bizler bu dünyanın, kör karanlıklar içre olan bu maddeler dünyasının sefil iştihasına meylederek içimizde bulunan tanrısal ışığı boğduk. Bu mağaraya girmeden önce içinde yaşadığımız “aydınlık-dünya”  karanlıklar içindeki cehennemden başka bir şey değildi. Tıpkı şu anda olduğu gibi  bakışlarımız  kıstırılmış ve gölgelere mahkumdu..

Atinalı-1:
Ama Sokra-ton, ben hala gölgeyi görebilmiş değilim yahut gördüğümün gölge olduğunu göremiyorum? Sen var bunu kulağımın ve yüreğimin küçüklüğüne yor: Bu gölgeler benim mağaraya girmeden önce gördüklerimle aynı. Ben önceden eşeğin hem kendisini hem de gölgesini görüyordum, şimdi sen bana eşeğin kendisinin de gölge olduğunu söylüyorsun... Eşeğin kendisine nasıl olurda gölge denir?

Sokra-ton: İşte soru diye ben buna derim yoldaşım! Cesaret, uyanma, doğum sancısı diye de buna derim! Tam da sorulması gereken yerde ve zamanda sordun onu. Şu mağranın önünden ışıltılar içinde geçen rengârenk tavus kuşunun aslı, aslında bir astardan ibaret; onun “aslı” ancak şu duvara vuran gölge kadar gerçek. Bilmiyorsunuz ki tüm duyularınız sizi yanıltır; gözünüz, kulağınız, diliniz, burnunuz... Sizler hava sıcak deseniz de o sıcak olmaz, sizler hava soğuk dersiniz ama o soğuk değildir. Üşümemiş biri için hava nasıl soğuk olur? Eğer bir atın gözleri olsaydı sizlerde, nasıl eşek derdiniz ki bir eşeğe? Hem dostlarım, uzaktaki bir eve baktığınızda onun tırnağınız kadar olmadığını biliyorsanız,  bu dünyada duyularınızın size gösterdiklerinin de sadece gölge olduğunu nasıl reddebilirsiniz ki?

Atinalı-2: Haklısın Sokra-ton, bu dediklerin kesinlikle reddedilemez hakikatlerdir.

Sokra-ton:  Ne mutlu sizlere ki dostlarım, usulca hatırlıyorsunuz unutulanları. Ne mutlu bana ki unutkanlığın balçık gibi yavaşça akıp gittiğini görebiliyorum sizlerden. Ancak henüz hatırlamayı hatırlayanlardan da değilsiniz...

Atinalı 1: Hatırlamanın ne olduğunu bilmesek de hatırlamak umudu ile kabullendik zincirlere vurulmayı, Sokra-ton. Böylece sözümüzü de tutmuş olduk.  Şimdi de prangalanmış her mahkûm gibi açlığı, susuzluğu tadıyoruz. Doğrusu bizleri ziyadesiyle susattın, acıktırdın; öyleyse şimdi ziyafet zamanıdır. Susuzluğu tattıktan sonra kana kana su içmek istermiş her insan.

Sokra-ton:  Çok doğru dostlarım, sahiden de şimdi sözünü tutma sırası bendedir. Ancak sizlerin sözlerinizi tutmuş olduğunuz büsbütün doğru değil, zaten söyleyeceklerimi bitirmeden bunu yapmanıza imkan yok... Unutmayın ki, verdiğiniz söz söyleyeceklerimi sonuna kadar dinleyeceğinize dairdi. Dikkat edin de susuzluğunuz Narkissos ‘un kaderini yazgılamasın sizlere.

Atinalı 1: Böyle bilgece konuşmaya devam eden bir adamı kim dinlemekten vazgeçebilir ki Sokrat-on,  sen konuştukça kulaklarımız uzuyor, yüreğimiz büyüyor, cesaretimiz artıyor. 

Sokra-ton: Dostlarım, verdiğiniz sözleri hatırladığınıza göre bir çömleği yavaş yavaş büyütmek gerektiğine dair konuştuklarımızı da hatırlıyorsunuzdur. Onun için şimdi sizleri sebat etmeye davet ediyorum, zira hala hatırlamanın ne olduğunu bilenlerden değilsiniz.

Atinalı 2:
Nasıl yani Sokrat-on... Sana verdiğimiz sözleri ve unuttuklarımızı hatırladığımıza göre, senin iddia ettiğin gibi hiç de hatırlamayı bilmiyor olamayız, aksine bu hatırlamayı bildiğimizi gösterir.

Sokra-ton:  Evet Atinalılar, bu gösteriyor ki sizler hatırlayabiliyorsunuz  fakat hatırlamanın ne olduğunu bildiğinizi söyleyebilir misiniz?

Atinalı 2: Bağışla bilge Sokra-ton, anlayamadık.

Sokra-ton:  (Atinalı 1 ‘e) Dostum sen daha az önce hatırlamanın ne olduğunu bilmediğini söylememiş miydin?

Atinalı 1: Evet öyle söyledim, çünkü bizler hatırlamanın ne olduğunu bilseydik buraya bizi zincirlemene de ikna olmazdık. Çünkü bizlere birlikte hatırlayacağımızı söylediğin için buradayız.

Sokra-ton:
   Evet dostlarım, BİR-likte hatırlayacağımızı söylediğimi hatırlıyorsunuz. Fakat hatırlamanın, BİR-likte hatırlamanın ne olduğunu hatırlamak sizler için çok zor. Çünkü BİR-likte hatırlayacağımızı söylememi hatırlamak ile BİR-likte hatırlamanın ne olduğunu hatırlamak aynı şey değildir. Tıpkı “nefes alıyor olmak” ile “nefes-alıyor olmanın ne olduğunu bilmek” arasında fark olması gibi...

Atinalı 1: Öyleyse Sokra-ton açıkça görülüyor ki, ben hatırlamanın ne olduğunu bilmediğimizi söylediğimde farkında olmadan bunu demek istemiştim.

Sokra-ton:  Ama hatırlamanın ne olduğunu bilmemek, hatırlamanın ne olduğunu hatırlamamaktan farklı değil midir? 

Atinalı 3:  İlki bilinmeyeni bilmemek anlamına gelirken ikincisi bilineni hatırlamamak anlamına gelir Sokra-ton.

Sokra-ton: Buna göre BİR-likte hatırlamayı hatırlamamak için, BİR-likte hatırlamayı daha önceden biliyor olmamız gerekir.

Atinalı 1: Evet ama öyleyse, neden daha önceden biliyor olduğumuz birlikte hatırlamayı unuttuk?

Sokra-ton: Çok yerinde bir soru bu dostlarım. Böylesine ağır ve yerinde olan bir sorunun altındakini görmek için önce bir kayayı kaldırmak için kaya etrafında dolaştığımız gibi  soru etrafında dolaşmamız gerekir. Böylece kayayı neredesinden tutup da kaldırabileceğimize dair bazı bilgiler elde edip altında ne olduğunu öğrenebilmek için uygun yerinden kaldırmayı başarabiliriz. Bu kadar ağır ve yerinde bir soru için de sanıyorum ki tek çare önce onun etrafında dolaşmak, sonra da bu soruya nereden nüfuz edeceğimize karar vermektir. Böylece uğraşımız sonunda bir sonuca ulaşabilir.

Atinalı 1: Bu söylenilenler gerçekten de akla uygun, Sokra-ton.

Sokra-ton:  Söylediklerimde kabul etmediğiniz hiçbir şey olmadığına göre aklımdakileri size anlatmak için bugün sizleri gözlediğim pazaryerine geri dönmek istiyorum. Pazaryerindeki aldatıcılığa, şu an ki esirliğimizi orada gözlerden gizleyen karanlık zevk-ü sefaya...

Atinalı 2: Sokra-ton yoksa bizi oradan oraya sürükleyerek kendine eğlence çıkarmak mı peşindesin? Buraya zaten aklındakileri anlatman için gelmiştik. Şimdi de burada değil pazaryerinde anlatacağını söylüyorsun.

Sokra-ton:   Hayır dostum, zira böyle bir eğlence benim için sadece zulüm olurdu. Zaten pazaryerine geri gideceğimizi de söylemek istemedim, sadece pazaryerine buradan bakmak niyetindeyim.

Atinalı 2: Mağaranın girişinden bakınca pazar yeri görünür ama böyle zincirlenmiş bir haldeyken nasıl pazar yerine bakabiliriz ki?

Atinalı 1: Belli ki Sokra-ton, sadece pazaryerinde gördüklerini anlatmak istiyor, oraya sahiden geri dönmek ya da buradan pazaryerine bakmak değil.

Sokra-ton:  Evet, akıllı dostum. Gördüğünüz gibi eğer beni sonuna dek dinleyeceğinize dair sözü tutup kulaklarınızı büyütmeye çabalarsanız sizlerden makul olmayan hiçbir şey istemediğimi farkedersiniz.

Atinalı 2: Ah bilge Sokra-ton, sahiden de sabırsızlığımın kurbanı oldum. Bu da kulağıma kocaman bir küpe olsun, olsun da onun uzamasına yardım etsin.

Atinalı 1: Böylesi bizler için daha hayırlı olmalı.

Atinalı 2: Ah, buna ne şüphe…

Atinalı 3:Sokra-ton kulak verilemeye değer bir bilge olduğunu pek çok kez kanıtladımıştı zaten.

Atinalı 1: Pek tabii..

Atinalı 4: (Kızgın bir ses tonuyla) İyi de bu gevezeliği ne zaman bırakacaksınız be! Madem burada kulak verilmeye değer sadece bir kişi var, bırakın da o konuşsun...

Sokra-ton: Sinirlenme dostum, ne yapacaksak birlikte yapacağımızı söylemiştim. Onun için bırakalım herkes konuşsun. Elbet en uygunsuz sözde bile bize doğruyu gösterecek bir şeyler vardır.

Atinalı 1, 2 vs 3: Sokra-ton doğruyu söylüyor.

Atinalı 4: Haklısın Sokra-ton, sanırım ben de sabırsızlığımın kurbanı oldum. Ama yine de artık bize pazaryerinden bahsetmeye başlaman için ısrar ediyorum. Çünkü birlikte yol alsak da şurası açıktır ki, sen yardım etmez isen bizler kendi başımıza bu yolu alamayız.

Sokra-ton: Öyleyse dostlarım şimdi tekrar bir “hatırlatma” yapmam gerekecek, yolculuğumuzun biraz öncesinde bu dünyada gördüğünüz her şeyin bir bir gölge olduğuna kani olmuştunuz, bu dünyadaki hiç bir şey “kendisi-değil” aslında, şu mağaranın duvarlarına yansıyan gölgeler gibi birer gölge demiştik ve sizler bunların böyle olduğunu “hatırlamıştınız.” Peki durum böyle ise sevgili Atinalılar,  sorarım sizlere, tüm bu gölgelerin aslı nerdedir, nereden gelir dünyaya şavkıyan gölgeler?

Atinalı-3: Tanrılar aşkına Sokrat-on, hakkını vermek gerekir ki çok iyi ebelik yapıyorsun! Doğumu sağlamak için gebeliği kışkırtıyor, ıkınmayı hazırlıyorsun.Öyleyse bize yönelttiğin bu soru da cevabın bir parçası olmasın sakın...

Sokra-ton: Haklısın dostum, o halde sizlere pazaryerinde sedir satan adamdan bahsetmeye başlamanın tam da zamanı.

Atinalı 4: Alcamenes’i diyorsun.

Sokra-ton: Sanırım... Adını bilmem. Peki bu Alcamenes sedirleri kendisi mi yapar?

Atinalı 1: Bildiğim kadarıyla kendisi yapar, Sokra-ton. İşinde pek ehildir doğrusu.

Sokra-ton: Peki sadece sedir mi yapar, yoksa bunun dışında yaptığı eşyalar da var mıdır?

Atinalı 1: Sedirler, masalar, dolaplar, sandalyeler,hatta heykeller..

Sokra-ton: Oldukça yetenekli olduğunu yaptıklarına şöyle bir göz gezdirdiğimde fark etmiştim zaten. Konuya dönersek tekrar; birbirinden farklı sedirler, masalar yapmasına rağmen yaptığı tüm sedirlere sedir, masalara da masa adını veririz; değil mi?

Atinalı 4:
Evet Sokra-ton.

Sokra-ton: Eğer bütün sedirlere aynı ismi veriyorsak bir tane asıl sedir olmalı ki, tüm sedirleri bu asıl sedire göre yapabilelim ve bu asıl sedir ile karşılaştırarak diğerlerinin sedir olup olmadığına karar verebilelim.

Atinalı 4: Haklısın Sokra-ton, aksini düşünmek imkansız.  Ama öyleyse aynı durumu diğer eşyalar için de uygulamamız gerekir. Mesela tek bir tane asıl sedir varsa, tek bir tane de asıl masa, asıl sandalye olmak zorundadır. Her eşyanın tek bir tane aslı vardır.

Atinalı 2: Haklısın, başka türlü düşünemiyorum. Ama o zaman bu eşyaların aslı nerededir ve onları kim yapar?

Atinalı 4: Bence eşyanın aslını o eşyayı ilk kez yapan insan yapmıştır. Böylece bu yaptığı ilk sedire göre, yani asıl sedire göre başka sedirler yapabilir. Diğer insanlar da bu ilk marangozun sedirlerini görüp başka sedirler yapmaya başlarlar.

Sokra-ton:  Ama eşyanın aslı ilk yapılan eşya ise bu ilk yapılan eşyanın neye göre yapılması gerekir? Çünkü eğer eşyanın aslı herhangi bir eşyaya göre yapılmayan ilk eşya ise, marangozun bu asıldan başka türlü bir eşya yapmaması gerekir, eğer yaparsa bunlar taklit olur. Eğer ilk eşya olan asıldan bir tane daha yaparsa bu kez de aslın tek olduğuna dair söylediklerimizle çelişiriz. Oysa daha önce söylediğimiz gibi asıl bir tane olmak zorundadır.

Atinalı 4: Durum tahmin ettiğimden daha karışıkmış, Sokra-ton.

Sokra-ton: Öyleyse bizde neyin taklit olduğu üzerine konuşuruz, neyin asıl olduğuna karar vermeden önce. Açıktır ki taklit üzerine konuşmak asıl üzerine konuşmaktan daha kolaydır. Mesela bir ressam sedir resmi çizdiğinde sediri taklit etmez mi?

Atinalı 3: Evet, ressam marangozun yaptığı sediri taklit etmiş olur.

Atinalı 4: Eğer önce bir marangoz sedir yapmamış olsaydı, ressam kendisine örnek olarak alacağı bir sedir bulamayacaktı. Yani benzetmeye çalıştığı marangoz yapımı sedir olmasaydı, benzemeye çalışan sedir resmi de olmayacaktı.

Sokra-ton: Öyleyse benzemeye çalışan resim, benzetilen olan sedirin bir taklitidir. Mesela sedire çeşitli açılardan baktığımızda onun çeşitli yerlerini görürüz. Oysa taklit olan resme hangi açıdan bakarsak bakalım karşımıza hep resmin tek yönü çıkar. Buna rağmen işinde usta olan bir ressam bu gerçeklikten uzak olan resmi alık birisine yada aklı kıt bir çocuğa uzaktan gösterirse onun gerçek bir sedir olduğuna inandırabilir. Ressam nasıl sedir yapılacağını bilmemesine rağmen bizler onun bir sedir yaptığına ikna olabiliriz.

Atinalı 1: Pek doğru.

Sokra-ton: Bu durumda bizim asıl sedirin yapıcısını düşünmemiz gerekir. İşte bu asıl sedirin yapıcısı da ancak tanrı olabilir. Tanrının yarattığı tek asıl sedir; marangozların kendi yaptıkları sedirleri benzetmeye çalıştıkları ideal sedirdir. Tıpkı ressamların resmi marangozun yaptığı sedire benzetmeye çalışması gibi, marangozlar da yaptıkları sediri tek olan ideal sedirden esinlenerek yaparlar. İşte bu asıl sedire sedir ideası diyeceğiz.

Atinalı 3: Bu sözler karışsısında şaşırmamak elde değil Sokra-ton. Ancak şaşkınlığımız söylediklerinin inanılmazlığından değil, akla bu kadar uygun olmasına rağmen bizim daha önce bunları hiç düşünmemiş olmamızdan...

Atinalı 2: Ama ben yine de tanrının neden tek bir sedir ideası yaratmak zorunda olduğunu tam olarak anlamadım.

Sokra-ton: Çünkü dostum eğer iki tane farklı sedir ideası yaratmış olsaydı bu ikisinin özlerini taşıyan bir üçüncü sedir daha ortaya çıkardı, ki asıl sedir de bu üçüncüsü olurdu. Çünkü bu durumda ilk ikisi eksik kalırlardı ve eksik oldukları için de hakiki sedir olamazlardı.

Atinalı 2: Şimdi benim için bile oldukça açık bir durum bu.

Sokra-ton: Peki, tüm bu konuştuklarımızdan sonra taklit ve asıl hakkında ne söyleyebiliriz? Sizce de bir taklit olarak resim üç  marangozun yaptığı sedir ise iki kat uzak olmaz mı hakikatten?

Atinalı 4: Taklidin taklidinin asıldan üç kez uzak olduğunu bir çocuk bile bilir, Sokra-ton. Fakat eğer marangoz sedir ideasını taklit ediyorsa, bu durumda sedir ideasından haberdar olması gerekirdi. Oysa ben senin gibi akıllıca sözler eden bir marangoza daha önce hiç rastlamadım.

Sokra-ton:
Sizlere, konuşmaya henüz başladığımda bilmediğiniz hiç bir şey söylemeyeceğimi, sadece unuttuklarınızı hatırlamanıza yardımcı olmaya çalışacağımı söylemiştim.

Atinalı 4: (Heyecanlıdır) Ah yüce Sokra-ton, sus söyleme! Şimdi anlıyorum marangozun ancak unutmuş olduklarını hatırlayarak bir sedir yapabileceğini. Şimdi anlıyorum ki bizler de tıpkı marangozlar gibi gözümüzü kör eden karanlık yüzünden yaptıklarımızın farkında değildik. Hatırlamanın ne demek olduğunu sen gelip gözlerimizi açana dek anlayamamıştık. Marangozlar tıpkı sedirin ne olduğunu bilmeden sedir yapan ressamlar gibidirler, ideal sedirden habersizce sedirler yaparken!

Atinalı-1: Artık hiçbir şey eskisi gibi değil bizim için! Gölgelerin aslı sandıklarımızın da birer gölge olduğunu biliyoruz! Ey dostlarım Atinalılar, ey bilge 

Sokra-ton;  ruhlarımızın üzerine düşen ışığı şimdi daha iyi görebiliyorum, sanki gözlerimin mercekleri temizlendi de öyle bakıyorum!

Atinalı  2:
Utkun kutlu ola ey ulu Sokra-ton, şükürler ola ki bir ebe gibi uzattın elini  ruhlarımızın derinliklerine de, mahirce çıkardın içimizdeki hakikati dışarı! Bizler tam da Theseus’a uykuda yakaladığımızı düşünüp endişelenmeye başlamışken bir de baktık ki; yumruklarınla, düşlerimizin pamuksu yumuşaklığında uykuya dalanlar birer birer gözlerini ovuşturmaya başlamışlar bile.
 
Atinalı 3:  Ah Sokra-ton, bize susuzluğu tattırdığında öylesine korktuk ki suyu tattıramazsın diye! Tanrıya şükürler olsun ki korktuğumuz başımıza gelip de kafamızı ezmedi. Şimdi dile bizlerden ne dilersen,zira böyle büyük bir iyiliğin altında kalmak istemez hiç bir onurlu adam!
(Her bir Atinalı coşku ve heyecanla konuşurken boyunlardaki prangalar açılır ve yere düşer, böylelikle Atinalıların kafaları ve “bakışları” serbest kalmıştır artık sağa sola ve geriye rahatça bakabilmektedirler. Prangaların parçalanmasıyla, zinciri-sabitleyen ve hareketi engelleyen mekanizma da “boşalmıştır”, zincir uzamaya başlar. Atinalılar bir esrimeyi yaşamaktadırlar, coşkuyla birbirlerine ve Sokra-ton’a koşup sarılırlar. Bu sırada, Vivaldi’nin ilk-baharı çalmaktadır. )

Sokra-ton:(Bir süre Atinalıları seyrettikten sonra) Sevincinizi anlamıyor değilim Atinalılar, ancak korkarım ki yine acele edip de coşkunun seline kapılacak, sürüklenecek ve unutacaksınız... Aklınızdan hiç çıkarmamanız gereken bir sözünüz vardı dostlarım: Söyleyeceklerimi sonuna dek dinleyecektiniz. Hem bilesiniz ki bizler “bulanlardan” değiliz, yazgımız öncelikle “arayanlardan” olmaktık. Onun için tam da yola gelmişken yoldan çıkmayalım; sabırsızlanıp da hatırlayabileceklerimizi bozuk para gibi harcayıp tüketmeyelim.
(Bunları söylemesine karşın Sokra-ton sözlerini pek de duyuramaz Atinalılara, mağaradakiler hala coşku halindedir… Bunun üzerine Sokra-ton düşünceli, biraz tedirgin biçimde  kendi-kendine mırıldanır, zincirler ziyadesiyle ağır olduğu için yavaş yavaş Atinalıların yanından uzaklaşmaya başlar, fonda Mozart’ın Requiem’i çalmaktadır)

Sokra-ton: Hep böyleydiler zaten, hep böyle olacaklar… Hep acele edip hakikat aşkını  heveslerine kurban edecekler, bir süre sonra da hevesleri kursaklarında kalıp onları boğacak… Elden gözdeki merceklerinin azıcık da olsa temizlenmiş olmasını dilemekten başka ne gelir ki...

(Mırıldanırken bir yandan da yürüyen ve yürüdükçe de zinciri uzayan Sokra-ton, zinciri taşımakta iyice zorlanmaya başlar, en sonunda zinciri taşıyamaz duruma gelir ve bir taşın üzerine oturur kalır. Kendi-kendine düşünmeye başlar, perde iner;  Rodin’in düşünen adam heykeli ile  perdeye bakan seyircilerin kendi görüntüleri, inen  perdeye yansıtılmıştır.)
« Son Düzenleme: Nisan 20, 2014, 11:38:54 ÖÖ Gönderen: samsa »

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 429
Ynt: Platonik Oyun
« Yanıtla #3 : Nisan 12, 2014, 07:12:24 ÖS »
PERDE I  : “Ben Platon, hakikatin kendisiyim”





Sahne 3

“Minerva'nın baykuşu ancak gün baterken uçmaya başlar."
Hegel

 


(Perde açılır, Sokra-ton sütunlar arasında, bir başına gezinmektedir, mağarada değildir. Düşünceli ve kaygılı görünmektedir. “İç sesler” konuşmaya başlar Gece olmuştur.)

Sokra-ton: “Ey büyük yıldız! Işığınla aydınlattıkların olmasaydı bahtın niceydi?Sen ki yıllardır yükselirsin mağaramın üzerinde.Eğer yoluna çıkmamış olsaydım ışığından ve yolundan çoktan bezmiş olurdun. İş onun için insanlar arasındaki akıllılar delilikleri, fakirler de zenginlikleri için bin defa şükredip sevininceye kadar armağanlarımı onlara paylaştırmak istememe kızma. Dağların doruklarından ayrılıp aşağılara inmeme, insanların arasına karışmama… (Sessizlik...) Karıştım da ne oldu, işte yine hay-huyları içinde, sabırsızca “bulduklarını” sayıyorlar.
Ama tanrılara şükürler olsun ki kurtarabildim kendimi o hengameden. Öz sesimi duyamaz olmuştum kalabalığın içinde; eğer biraz daha kalsaydım yamyam zılgıtları arasında daimonun dingin bilgeliği bile terk edecekti beni. Sükunetin dilini bağlamak istemez hiç bir akl-ı selim, bunun için hayvanlaştıran bağbozumunda uzak durmak gerekir Bakhaların bağırış çağırışlarından.
Pla-tes: Pek doğru konuştun, aziz dostum. Zira mağaradaki alay, Datis’in Eretria topraklarında zincirleyip esir ettiği Atinalılardan pek farksızdı. Hem pazardan toplanan kalabalık ne kadar anlayışlı olmak için çabalarsa çabalasın kıt akıldan müzdarip birer alıktan ibaret olan bu cahillerin coşkusu, sudan çekip alınan balığın çırpınışlarından ibarettir. Dike aşkına şunu da söylemeden geçmek olmaz Sokra-ton: Bugün yapılanlar hiç de azımsanacak cinsten şeyler değildi.
Ra-ton: Ama insanın “dostlar arasında” olmaktan keyif almasından daha doğal birşey yoktur Pla-tes. Dilin kulağa denk düştüğünü gördüğünde gözler, nasıl olur da mutlulukla ve mutluluktan dolmaksızın durabilir? Dolu dolu gözler böyle zamanlarda parıldamaz mı gökteki şu koca yıldız gibi. Olur da bir zaman gözler böyle parlar ise onların değerli bakışlarını halkın yapıp ettikleri üzerine çevirip harcamaktan kaçınmak gerekmez mi?
Pla-tes: (Gözlerini silecekken vazgeçer.) Ah Ra-ton, bu sözlerinle doldurdun işte gözleri. Madem öyle, bu ilahi parıltıların boşa akıp gitmesine izin vermemeli: Halk üzerine düşünmekten ve onu sorgulamaktan daha çetin ve çetrefilli işler olduğu açıkken iyisi mi bu hususu şimdilik bir kenara bırakmalı.
Kra-ton: Öyleyse Pla-tes, izninle hemen başlatmak isterim sogulanması gerekenlerin sorgusunu. Hem hangi sanık geç kalmayı göze alabilir böylesi mühim bir duruşmaya. Onun için sabırsızlanmasına şaşmamak gerekir bir sanığın mahkumiyetine tanıklık etmeye can atmasına .Böyle divanlarda adalet hakimidir hükmün  ve cellat azabıdır vicdanın..
Hem akıl bize emretmez mi bilinmezi bilinir kılmayı, işte bir sanığın mahkemeye çıkmak istemesi de böylesine akla uygundur. Kefareti neyse öğrenmek ister yargıcın karşısında sanık, suçsuz ise de suçsuzluğunu onaylatmak... En ağır ceza bile belirsizlikten iyidir, aklı erene.
Pla-tes: Doğru söze ne denir ki, Ra-ton. Söyle bakalım neymiş aklındaki berrak ve durgun suyu bulandıran şey?
Kra-ton: Marangozlar ve ressamlar durmaksızın kayalar atıyorlar kafama Pla-tes. Şaşırtıcı olan ise ressamların attığı kayaların en az marangozların attıkları kadar zihin bulandırıcı olabilmeleri.
Pla-tes: Dostum buna fazla şaşırmamak gerekir çünkü boyalar su ile karıştığında bulanıklık kaçınılmazdır. Endişelenme, sorununu anladım bile: Ressamın yaptığı resmin hakikatten üç adım uzak olduğu düşüncesine itiraz ediyorsun sen.
Kra-ton: Evet Pla-tes, leb demeden anlayıverdin dudaklarımdan dökülen sözcüklerin manasını. Ressam hiç bir sedire bakmadan, aklındaki sediri çizerse hakikatten yine üç kere uzak düşmüş olur mu? Benim sorum budur işte.
Tüm sesler : Dikkate değer bir soru!
Kra-ton: Öyleyse, sorumu biraz daha açayım ve bunun da bulanıklığın açılması için bir fırsata dönüşmesi için bekleyeyim: Biliyoruz ki, sedir ideası marangozun yaptığı sedir değil, aksine tanrının yaptığı tek olan sedirdir. Taklit olan ressam sediri ise marangozun yaptığı sedirin ancak küçük bir kısmına temas eder. Bu durumda resmin hakikatten üç kez uzak olduğunu söyleyebiliriz ancak eğer ressam bir marangozdan önce aklından bir sedir resmi yaparsa ve bir marangoz da bu resme bakarak ahşaptan bir sedir yaparsa yine ressamın resmi hakikatten 3 kat uzakta mı olacaktı? Yoksa burada ressamın resmi hakikatten iki kere uzak iken, resmi taklit eden marangozun yaptığı sedir ise mi üç kez olur?
Pla-tes: Doğrusu ressamın boyalarını hafife almak büyük bir hataymış, Kra-ton. Ancak yine de boyanın bulandırdığı suyu berraklaştırılamaz değil. Yeter ki hakikatin izi sürülmekten vaz geçilmesin, onun ışığı ile en bulanık suların bile dibi görünür kılınır.
Kra-ton: Sözlerinden anladığım Pla-tes, bu sorgulamayı daha genişletmek amacındasın. Şüphesiz ki, bu soruları kapıp kavramada yeterli olan bir kulak, soruların cevaplarını kapıp kavramaya yetecek kadar da büyüktür. Onun için hiç ara vermeden devam et dostum.
Pla-tes: Açık ki, ressam eğer bir sedire bakarak sedir resmi yapıyorsa taklidin taklidini yapıyor demektir, ama Kra-ton’un söylediği gibi marangozun yaptığı bir sediri taklit etmiyorsa ve aklındaki bir sediri resmediyorsa neyi taklit eder?
Tüm sesler : Dikkate değer bir soru!
Pla-tes: Marangoz da ressam da hakiki sediri yapamayacağı doğrudur çünkü açıkça biliyoruz ki ideaları ancak tanrı yapabilir. Öyle görünüyor ki ideayı olması gerektiği gibi düşünmediğimiz için Kra-ton’un sorduğu sorular zihnimizi bulandırdılar.
Ra-ton: Evet Plates, ressamın sedir ideasını değil sedir resmi ideasını taklit ettiğini düşünmediğimiz için Kra-ton bize hakikat yolunu açmak için gerekli olan taşları döşemek zorunda olduğumuzu hatırlattı. Senin geliştirdiğin soru ile de yola bir taş daha döşemiş olduk aziz dostum. Ressamın sedir yaptığı söyleyerek attığımız yanlış adımları, ressamın sedir değil sedir resmi yaptığını kavrayarak düzeltmiş olduk. Böylece Kra-ton’un sorduğu sorunun cevabını da yeniden vermiş olduk: Ressam, sedir resmi ideasını taklit ettiği için hakikatten üç kez değil, iki kez uzaktadır.
Kra-ton: Bir anlaşma sağlandığına göre konuyla ilişkili olan ve üzerinde durulması gereken bir başka hususa geçebilirz. Daha önce, ideaların tam olarak olması gerektiği şekilde tasavvur edilmediği zamanlarda; bir resme çeşitli açılardan bakıldığında onun çeşitli boyutlarının değil sadece resmedilen boyutunun görülebilmesi, resmin hakikatten üç kez uzak olduğunun kanıtlanmak için bir argüman idi. Oysa şimdi resmin hakikatten üç kez uzak olamayabileceğini biliyoruz. Bu durumda bu argümanın eleştirilip ortadan kaldırılması gerekir.
Ra-ton: Haklısın Kra-ton, aksi taktirde tüm bu söylediklerimiz havada kalır. Müsade var ise, bu görevi de ben üstlenmek isterim. Zaten sizin çözüme kavuşturduğunuz sorunların yanında bu oldukça küçük bir sorun. Özellikle de çözüme kavuşturmalarınız içine bu sorunun cevabı var iken büyük bir iş yapacağımı söylemem ahlaksızlık olurdu.
Tüm sesler : Ahlaksızlık olurdu!
Ra-ton: Resmin; taklidin taklidi olmak zorunda olmadığı, onun resim ideasının taklidi de olabileceği bilindiğine göre, sedir ideasının ve resim ideasının özünün birbirinden farklı olduğunu da biliyoruz demektir. Zaten öyle olmasa idi sedir ideası ve sedir resmi ideası şeklinde iki farklı idea varolmazdı. Sedir ideası, sedir resmi ideasından farklı olduğu için de bu ideaların taklitleri olan marangoz yapımı sedir ile ressam yapımı sedir resmi birbirinden farklı olmak zorundadırlar. Dolayıysla sedir resminin marangoz yapımı sedir gibi farklı açılardan bakıldığında farklı yerlerinin görünmesine gerek yoktur. Misal, sedir resmi ideasının arkası olmadığı için , sedir resminin arkasına baktığımızda sedirin arkasına baktığımızda olduğundaki gibi sedirin başka bir yerini görmeyiz.
Tüm sesler: Şu gökteki yıldızın ışığına şükürler olsun ki, görmeyiz!
(Sessizlik...)
Ra-ton: Bu mutlak sessizlik hak edilmiş gibi ne susarsınız, dostlar! Yoksa sanığın tastamam aklandığını mı sanırsınız?
Pla-tes: Akıbeti belli olan sanığı alıkoyar mı hiç adalet ? Belli ki burada “sanığımız” hala akıbetinin ne olacağına dair bir karara tanıklık etmiş değil. O halde büyük sorgu devam etmeli.
Kra-ton: Öyleyse izninizle yine ben başlatayım sorguyu. Biz ideaya ulaşmak için önce gölgelere, sonra ağaca, ağaçtan da ağacın aslına yol aldık. Oradan aldığımız feyz ile tekrar buraya bakmaya başladığımızda, hem ağacı hem de gölgesini daha farklı biçimde görmeye başla...
(Pla-tes sözünü keser)
Pla-tes: Dilime tercüman oldun Ra-ton: Aklın bilgeliğine değil de duyularımıza konu olan bu sanılar alemini ideaların kopyası, gölgesi olarak görüyoruz. Aklımızın düşüncelerimizin ışığında ve ışıttığı oranda; gölgeleri, sanıları aştık, idealar alemine ulaştık. Peki, idealar aleminden bu dünyaya bakma yetkisini kimden nasıl alıyoruz?
Ra-ton: Buradaki sorun ne ben tam olarak anlayamadım dostlarım, aklım “gölgeyi” kullanıyor, veriyi işliyor ve onun bir “hakikat-olamayacağına” karar veriyor, buna karar veren aklım kılı kırk yararcasına, Apollon aşkına ölçüp-biçip değerlendirme yapıyor ve sonuç olarak bir hakikate ulaşıyor.
Ra-ton: Ama Ra-ton, her şeyini duyudan-gölgeden alan akıl sonradan dönüp nasıl oluyor da kendisini oluşturan verileri birer sanı olmakla itham edebiliyor ve eğer duyu-verisi sanı üretmekten başka iş görmüyorsa ve ama öte yandan da aklın olmazsa olmaz veri-sağlayıcısı ise, yani akıl bunlarsız çalışamıyorsa, bu durumda aklın veri olarak sunduğu “hakikatlerin” hakikiline nasıl güvenip inanabileceğiz?
Tüm sesler: Dikenli bir soru!
Ra-ton: Şimdi daha iyi anlaşıldı bulanıklığın sebebi dostlar. En sarslmaz olana ulaşmak ve böylece gönlümüzü ferahlatmak istemekte haklıyız tabii ki. Gönül ferahlığı akıl duruluğundan geçermiş bu yüzden içimizdeki tüm kurtları dökmemiz gerekiyor, şimdi, burada…
 Akıl verilerini duyulardan alır, ancak onlara kendi yapısını da ekler. Aklı uyaranın duyular olduğunu söylesek bile ancak duyuları yapılaştıran bir akıl ile bilgiye ulaşabiliriz. Sadece aklın duyulara ve duyuların da akla eşit olduğu söylendiğinde bu soru meşruiyet kazanır.
Kra-ton: Haklısın Ra-ton, ben de bir an duyularımız ile aklımızı eşit gördüğüm için böylesi bir vehme kapılmıştım. “Hatırlamanın unutulduğu” anlarda anda şeytanlar böyle sorular fısıldar kulaklara. Onun için bilgelikleri ile övünen sofistler hep kulaklarının ardında taşırlar bu minik iblisleri.
Tüm sesler: Minik iblisler!
Sokra-tes: Ah, bu iblislerden sığınmadım mı ben de ölüme? Ah, baldıran baldan tatlı gelmez mi biz karanlıktan kaçanlara... Ölüm tüm bu balçık ve çamurdan ruhun kurtuluşu değil midir... 
(I. Perde sonu...)
« Son Düzenleme: Nisan 20, 2014, 11:39:14 ÖÖ Gönderen: samsa »

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 429
Ynt: Platonik Oyun
« Yanıtla #4 : Nisan 14, 2014, 08:19:21 ÖS »
PERDE II : " İde; inceliyor,  kadın oluyor, Hıristiyanlaşıyor."





Sahne 1
  "Tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem lâf değil
Çerh ile söyleşemem âyînesi sâf değil

Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil"*
Nef'i



(Perde açılır, sahnede genel olarak Roma nın rutin-günlerinden birisi tasvir edilmektedir. Bir köşede bir masa etrafında yiyip-içenler, bir köşede cilveleşenler, bir köşede kavga edenler... Philon, otantik Musevi urbaları içinde, bir ağacın gölgesi altında bu gündeliği seyre dalmıştır; bir süre sonra kendi kendine konuşmaya başlar, Romalılara seslenmemektedir.)
 
Philon: Yehuda aşkına bu ne sefil bir iştiha! Nasıl kayıtsız kalırım bu yozlaşmaya, nasıl tek söz bile etmeden geçip giderim böyle bir sokaktan! Ah, Roma çürümeye devam ederken; imparatorluk da yeryüzünde çürütemediklerini infaz edip toprak altında çürütüyor! Üstad Sokrates, Platon ve Aristo nun başka türlü çürümesi mümkün müdür zaten! Tutkularıyla zincirlenmiş bu sefilliğin bakışlarından, gölgelerin karanlığını delip de aydınlığa çıkmasını beklemek kaçıklıktan başka nedir ki; meğer boşuna ölümünü gögüslemiş Sokrates! Gölgenin gölgeyi aydınlattığı nerede görülmüş ki! Ama güneş balçıkla sıvanmaz derler, er geç kutsal ışığın bilgeliği aydınlatacaktır bu sefil karanlığı.
Sen ey parıltıların tanrısı Yehova, sen ki ışığınla herkesi aydınlatmayı beklersin, karanlıkların gazabından sana sığınırım ve sen ey koca Sokrates, başlattığın savaşın ruhu olmaya huzurunda and içiyorum, gazamız müberak ola!
 
Soktates’in ruhu: (Philon’la konuşmaktadır, Philon kadar kederli ve  kötümser değildir.) Sadık talebem, ruhdaşım... Hiç kuşkun olmasın ki gazamız mübarek ve muzaffer olacaktır. Yeter ki bu kutsanmış yolda kaybolmamak için yüreğinden gelen sesi dinlemeye devam et. Zira düşmanın pek pekin, pek yaman; öyle ki  onu karşısına alan sinek ejderhaya dönüşmek zorundadır. Böyle bir karanlığın hakkından ancak göze görünmeyecek kadar parlak bir ışık gelir.
 
Philon: Ah Sokrates, insanlara göze görünenin sadece gölge olduğunu nasıl anlatabilirim. Göze görünen tüm bu ışığın sadece karanlık olduğunu... 
 
Soktates’in ruhu: İnsan; bilmediğini bilen, duymadığını duyan, görmediğini gören olduğu için insandır, Philon. Romalılar ise hala kendilerini bilmezler. Az önce duyduklarımdan şunu anladım ruhdaşım: Sen kendini bilmeyenlere güceniyorsun, bedenimi öldürdükleri için. Oysa gölgelere kızmamak, gücenmemek gerekir, zira beni öldüren onlar  değildi. (Bundan sonra Sokrates’in ruhu gittikçe daha coşkulu konuşmaya başlar) İsteyerek gittim ben ölüme, ruhuma koştum ben bedenimden. Bilmez misin, kemikten bir hapishanedir beden , bir işkencedir kan cana! Kaburgalar parmaklıktır, ruh dolar parmaklarını parmaklıklara talihsiz bir mahpus misali; mahsun... İşte mahkum edildiğimde yargıçlarca, bedenim acıdı ruhumun bu tutsaklığına, acıdı da tek seferlik acıya, ölümün acısına katlanmaya razı geldi. Bir beden ruhun farkına vardığında ister istemez merhametle dolar dostum! Onun içindir ki, dilim Kripton ile konuşurken ruha merhametle üflemiş, bir et parçası olan dilim direnmişti Kriton’a. Zaten dilim olmasa nasıl “hayır” derdim ölümden kaçma teklifinin ayartısına ve nasıl “evet” derdim bir hücrede infaz beklemenin işkencesine. Dilde kemik yoktur aziz dostum, işte bu yüzden ruhun tek müttefiki dildir bedende. Merhamet daha kolay “dile gelir”, kemiğin olmadığı yerde.
 
Philon: Ah Sokrates! Sen her zamanki gibi haklısın. Boşuna olmadın ya “insanların en bilgesi”... Sözünün üstüne söz koymak ahmaklık olurdu, lakin bu ahmaklık bile şu feleğin ahmaklığının büyüklüğü (Romalıları işaret eder, bir yandan da baş parmağı ile işaret parmağını  birbirine değdirerek “küçüklük” imasında bulunur )  ile kıyaslanınca bir köşede yitip gider. Sözlerimizin büyüklüğü ile onların kulaklarının küçüklüğüne dair edilen sözler ne de doğruymuş  Şüphe yok ki,  sözlerimiz hakikattir; öyleyse ya insanların kulaklarında ya  da hakikatin sözlenişinde hata var. Zira onca vaaza rağmen, işte sonuç ortada,  aradan yüz-yıllarca zaman akıp gitmesine rağmen işte onlar hala bıraktığınız yerdeler. Prangaları parçalayarak serbest bıraktığınız bakışlar da tekrar gölgelerin rahatlığına sığındı,   uzatılan  zincirler ise yük olmaktan başka işe yaramadı. Kendi kulaklarını uzatıp kendi yüreklerini büyütme sözü vermiş olanlar, söylenilen  kıymetli sözleri koyacak yer bulamayınca verdikleri  sözlerin de altında kaldılar. O halde, hakikati koyacak kulakları nasıl bulmalı, bu  Romalı kulakları nasıl çekip çevirmeli de büyütmeli?
 
Sokrates’in ruhu: Tüm bu  söylediklerin  aldığım kararın ne denli yerinde olduğuna işarettir, Philon; senin de Platon gibi aklın başından büyük, ruhumun konağı olarak seni seçmekle ne kadar da isabetli bir karar verdiğimden şimdi büsbütün emin oldum , zira sadece “sorunu” görme değil aynı zamanda  çözümü arama gücüne de sahipsin sen, Philon.
 Nasıl günü gelmeden gerçekleşmez ise hiçbir doğum; sırlar da zamanı gelmemişse açığa çıkmaz, her  sözün hazırlığını yapmak gerekir söylemeden önce. Nasıl   bir çocuğu zamanı gelmeden doğuma zorladığında  doğurtmak, cana getirmek isterken tam tersine eksik bırakıp öldürürsen, bir  sözü de zamansız söylersen sakatlayıp öldürürsün.  Bu davada karamsarlığa yer yok can yoldaşım, vaat edilen kutlu doğum er geç gerçekleşecektir, bizler sadece bu yolun “bekçileriyiz”; bize biçilen yazgı bu, sen yazgını tecelli ettir, gerisini düşünme. Bu yol çok uzunca ve zorlu bir yol…
 
Philon: Ah üstadım, bana kusurlarımı gösterdin yine, bu sefil dünyanın bir parçası olan ben, bu dünyanın yasası gereği acele ettim, hemen sonucu görmek istedim, yazgıyı unuttum. Ebelik yaptığım çocuğu kucağımda, hemen şimdi burada görmek istedim. Oysa bizler yakınmadan, ilenmeden üzerimize düşeni yapmaya devam etmeliyiz. Kuşkusuz en iyisini, idealar aleminin yaratıcısı Yehova bilir!

Sokratesin ruhu:
Ah can yoldaşım, ne kadar da iyi dedin, teşhisi koydun tedavini de sen üret. Evet dil önemli, onlara karşı hangi dili nasıl kullanacağın konusunda bilen önce. Usul esasa tabidir, sen esasa sahipsin zaten. Biz idealar alemini  dün  vakitsiz olduğu için tam  anlatmadık, şimdi ise bugün bizimdir.
 
Philon: Yüce  Sokrates,  taleben olmak, yolundan gitmek benim için en kutlu ödevdir!
 
Sokratesin ruhu: Öyleyse bırak ruhum dolsun bedenine, bugün bizim olsun ve “BİR” leşsin ruhlarımız, senin bedeninde. Birlikte cenk edelim karanlığın gölgelerine karşı, kanın kanım olsun canım canın! Bir dilden konuşalım seninle, zamanı geldiğinde anlasınlar ki “BİR” dilden konuşur olur, bizim ile!
 
Philon: Buna nasıl “Hayır!” der dilim yüce Sokrates, bedenimde senin ruhunu taşıyor olmak ancak onurlandırır beni, öyleyse şöyle der bu dil : (Sokrates’in ruhu ve Philon birlikte) Gazamız mübarek, davamız muzaffer, yolumuz açık ola!
 
(Phil-on Romalılara ve seyirciye seslenmek üzere hareketlenir diyaloglar boyunca Romalılara seslendiği kadar seyirciye seslenir. Romalıların karşılıklarını seyircinin sahiplenmesi böyle sağlanır )
 
Phil-on: Aziz ve muhterem Romalılar, Sokrat-on sizlere  unuttuklarımızdan söz etti ki, Yehuda aşkına yerden göğe kadar haklıydı, bizler hep unutandık, bildiklerimiz bize aslımızı unutmaktan başka bir şey yaptırmıyordu ve bizler unuttukça mutsuz hale geliyorduk, ne mutlu ki bizlere, Sokrat-on gibi bir ruhla karşılaşmanın  talihi ile sarıp sarmalandık.O, bize unuttuklarımızı hatırlatmaya başladı, ebedi ışıktan aldığı feyz ile bizi maddenin, yer-yüzünün sefil karanlık bataklıklarından alıp, idealar ülküsü ve ülkesine, öz-vatanımıza kavuşturdu. Ancak, beşer-şaşar misali muhterem Romalılar, onun da “unuttuğu” bazı şeyler...
Romalı -1: (Philon'un sözlerini bitirmeden ileri atlar, biraz da kızgınca bir ses tonuyla) Bunlar nasıl sözler Philon, senin ne dediğini kendi kulağın duyar halde mi? Bir yandan bu kutlu yüce insanın bizi kutlu olan ülkeye taşıdığından söz ediyorsun, diğer yandan onun da unuttuğu bir şeyler vardı diyorsun, daha ötesinde ne ve nasıl bir yer olabilir ki, hatırlamamız gereken, ne demeye çalışırsın sen bizlere?!
Phil-on: Aaah kıymetli Romalılar, Sokrat-on sizlere hep acele etmeyin, beni sonuna kadar dinleyin dememiş miydi? İşte onun uz-görülüğü yine haklı kılınmış oldu, işte sizler yine acele eder,  peşin hüküm verirsiniz.
Romalı -2: Tanrılar aşkına, doğru söylersin Phil-on, Sokrat-on bizim her ileri hamlemizde, bizi sakinliğe, sabra davet ederdi, lakin, sahiden de Sokrat-on'dan sonra, onun üzerine daha fazla ve farklı olarak bize ne diyeceğini merak ettik, bu merakın etkisiyle de ileri adım atmaya çalıştık, sanırım Romalı dostumun durumu buydu ki benim durumum da bu, işte bu yüzden soruya cevap vermeni bekliyoruz…
Tüm Romalılar: Evet Phil-on, soruya cevap vermeni bekliyoruz…
Phil-on: Sizi hareket ettiren kaygıyı anlamıyor değilim, haklısınız Aziz Romalılar, Sokrat-on gibi bir erenden sonra konuşmaya çalışmak, onun dedikleri üzerine lakırdı etmek pek de kolay bir iş değil, bilirim bunu, lakin siz de şunu bilin ki, tanrılar buyruklarını, “doğrudan” iletmemişlerdir bizlere, bir şekliyle bizlerin huyuna-suyuna giderek, bizlere göre konuşmuşlardır, bilirim ki Sokrat-on da “tanrısal bir sesti”, ancak size, durumunuza göre konuşan bir sesti, her bilgi her zaman herkese verilmez, bu yüzden tanrının bizler için tasarlamış olduğu bir yol haritası vardır, Sokrat-on bu yol haritasındaki bir uğraktı, sizlere sürekli acele etmeyin, sabır ve sukut üzerinde beni sonuna kadar dinleyin derken bunu kastediyordu işte. Fasıl kapanmış değil hala, ne de vaaz bitmiştir henüz.
Romalı-3: Ne yani, sen şimdi bize Sokrat-on'un ruhu taşıdığını mı söylüyorsun?
Phil-on: Tanrı aşkına, Sokrat-on bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söylemedi mi ve ruh bedenleri özgürleştirmek adına, bedenler arasında ve içinde dolandığını sizlere söylememiş miydi, sadece bende değil, hepinizin içinde saklı Sokrat-on'un ruhu, ama sizler her zamanki kötü alışkanlığınıza boyun eğip, unutuverdiniz çabucak sizlere söylenenleri…
Romalı-4: Asıl konudan hep uzaklaşıyoruz Phil-on, bunları sonra konuşuruz, önce bize Sokrat-on ' un neyi unuttuğunu söyle….
Phil-on: Unuttu demekle belki haddimi aştım Romalılar, bir tür kibir ve küstahlığa kapıldım, şöyle demek daha makul olacaktır: Henüz vakti-zamanı gelmediği için Sokrat-on sizlere bazı şeyleri söyleyemedi, söyleyeceklerini hazmedemeyeceğinizden korktuğu için, işte şimdi bunları söylemenin vakti zamanı geldi, Sokrat-on benim bedenim üzerinden sizlere tekrar seslenecek…
Romalı-1: Sabırsızlıkla ne diyeceğini bekliyoruz Phil-on…
Phil-on: Peki, o halde aziz ve muhterem Romalılar, tam da Sokrat-on'uun dediği gibi, onun sizde uzattığı kulakları ve büyüttüğü yüreğin cesaretini tam da şimdi tekrar kuşanmanızı ve can-kulağıyla beni dinlemenizi istiyorum.
Romalı-2: Kulağımız ve yüreğimiz seninledir Phil-on.
Phil-on: Önce sizlere bir soru ile  hatırlatma yapmam gerekiyor Romalılar, Sokrat-on'un “idealar” alemini hatırlıyorsunuz değil mi?
Tüm Romalılar: Evet, her şeyiyle hatırlıyoruz…
Phil-on: Peki Aziz  Romalılar, bu idealar aleminin mucidi kimdir?
Tüm Romalılar:Her şeyin yaratıcısı ve yaratılmamış olan yüce Tanrıdır.

Phil-on: Pek güzel söylediniz dostlarım. İşte, benim sizlere anlatacağım tam da bu yüce yaratıcıdır. Çünkü, Rabbimizi tanıdıkça kendimizi bileceğiz.

Romalı 4: İşte yine saçma sapan  laflar ediyorsun Phil-on. Biz kendimizi nasıl tanrı ile bir tutarız, tanrı olsaydık zaten her şeyi bileceğimiz için seni de dinlemezdik.

Romalı Yahudi: Hayır ahmak herif , hayır! Phil-on, tanrı olduğumuzu değil aksine bizim de  tanrı tarafından yaratılmış olduğumuzu söylüyor.

Romalı 4: (Yahudinin üstüne yürür.) Eğer o kokuşmuş ağzını kapamazsan...

Phil-on:  (Sesini yükselterek araya girer.) Sakin olun dostlarım! Eğer buraya gerçekten hır gür içinde birbirnizi  yemeye gelmediyseniz vermiş olduğunuz sözlerin hatrına sükun edin.Değilse hepinizi yeminlerinden emin olunmaz namertlerden ve ikiyüzlü bozgunculardan ilan edeceğim.

Romalı 4: (Phil-on'a ) Muhterem dostum,  öfkeme yenik düştüğüm için beni bağışla. Sen her ne kadar imparatorun ayağına sadece kendi halkın için gitmiş olsan da biz seni sözü dinlenecek büyük adamlardan sayarız. Sıçtığı bok en az bizimki kadar pis kokan o tanrı bozuntusuna tapınmayacağını söylemek  için imparatora gittiğinde, bunun gibi (Yüzünü buruşturarak Yahudi Romalıyı işaret eder) insanların hatrına kendi gururunu hiçe saydığında hepimizden onurlu bir adam olduğunu da kanıtlamış oldun. Bunu aklımdan hiç çıkarmayacağıma  ve sükuneti  kim bozarsa onun kafasını bizzat patlatacağıma  yeminler olsun.

Tüm romalılar: Yeminler olsun!

Phil-on:  Öyleyse ben, seçilmişlerden Phil-on da;  sizlerin sözünü seçilmişler halkından İbrahim peygamberin sözüne denk tutacağım.

Romalı 3: Söz kısmına diyeceğimiz yok Phil-on, ama sonra İbrahim'e "Seninkinin ucundan azıcık kesmezsek anlaşma sayılmaz." diyen Rabbiniz gibi elinde ustura ile gelmeyesin sakın !

(Birlikte gülüşürler.)

Phil-on: Evet, idealar aleminin yaratıcısının tanrı olduğunu söylediğinizde haklıydınız. Peki tanrı idealar alemini yarattıysa ve idealar gölgelerin aslı ise tanrı bu dünyayı ve bizleri de yarattığına göre daha sonra yarattıkları  ile ilgisini mi kesmiştir?

Romalı Yahudi: Hayır, Yahuda bizimle ilişkisini kesmemiştir.

Phil-on: Haklısın kardeşim. Zaten aksi olsaydı "ne ise o olan" yaratıcının yaratmasında bir neden de bulamazdık.  Bu ise ezeli ve ebedi olan tanrı idesinin yüceliğine yakışmazdı. 

Romalı 3: Peki Phil-on, Tanrı nedir?

Phil-on: Dostum, biz Tanrı'nın ne veya neden olduğunu bilemeyiz ama Tanrı'yı bilebiliriz.

Romalı 3: Ben bu lakırtıdan hiçbir şey anlamadım.

Phil-on:Demem o ki, biz Tanrı'nın ne olduğunu bilemeyiz ancak tanrının varlığını kanıtlayabiliriz. İşte bunun için Kutsal Kitap'ta onun ismi Yehova  yani  "ne ise o olan"dır. "Ne ise o olanın" ne olduğundan değil ama  varlığından haberdar olabiliriz.

Romalı 1: Peki bu durumda onun varlığını nasıl bilebiliriz?

Phil-on: Onun varlığının kanıtlanabilirliği onun  her şeyin nedeni ve kaynağı olmasındandır yoldaşlarım. O; mutlak kuvvet, mutlak yetkinlik, mutlak iyilik, mutlak kutsiyet ve saf düşüncedir. O, yaratan- yaratılan zincirindeki ilk, zorunlu ve ebedi halkadır.

Romalı 1:İşte şimdi, yavaş yavaş kelamının güzel cemaline eriyorum, Phil-on.

Romalı 2: İyi ama Phil-on, tanrı mutlak ve saf idea ise o bu maddi dünyaya nasıl alaka gösterebilmekte ve ilişkide olabilmektedir?

Phil-on: İşte, size daha öne anlatılmayan ve Kutsal Kitap'ta anlatılan da tam budur, dostlarım. Tanrı dünyaya  yarattığı idealar  ile müdahale eder. Ruhlar, melekler ve ecinliler yaratıcının maddi dünya ile rabıtasını sağlayan hizmetkarlar gibidirler.
 
Romalı Yahudi : Phil-on, daha önce Tevrat'ın kelamını bu denli kavramamıştım.

Phil-on: Daha söyleyeceklerim bitmedi kardeşim. Bu hizmetkarların hepsi Tanrı'dan pay aldıkları içindir ki tanrısal bir ilkeye uymak zorundadırlar. İşte, bu ilke eskinden Atinalıların Logos dediği şeydir. 

Romalı 3: Peki "Rabbimizi bildikçe kendimizi bileceğiz." dediğinde tam olarak ne demek istemiştin, Phil-on?

Phil-on: Demek istediğim, insan hem madde hem de ruh olmasına rağmen, onun özünü saf düşüncenin oluşturduğudur. Onun içindir ki, biz tanrıyı bildikçe kendimizi biliriz dostlarım.

Romalı 2: Ama senin bu söylediklerinden dünyada hiç kötü insan olmaması gerektiği sonucu çıkıyor, Phil-on. Oysa, dünyada öyle kötü insanlar vardır ki,  sadece kötü olmakla da kalmaz bir de zenginlik içinde yaşar, her çiçekten bal almadan öleyim demezler.Öyle ki böyle kişilerin ölüleri bile bizim diriyken gördüğümüzden misliyle fazla alaka görür.

Phil-on:  Bazı insanların kötü olmasında şaşılacak bir şey yok kıymetli dostum. İnsandaki kötülük, ruh ve bedenin uyum içinde olmamasının sonucudur.İnsanın maddesel yanı ve tutkuları onu karanlığa boğar, bu karanlığı da ancak Tanrı'nın ruhumuza tesiri ile ortadan kaldırabiliriz.
   
Romalı Yahudi :  Demek ki, İsrailoğulları'nın diğer kavimlerden daha iyi olmasının sebebi Yehova'nın bizlerin kalbine tesir etmiş olması, ha!

Romalılar: Ne yani, şimdi sen bizim..!?

Phil-on: Ah,  sizler  durmadan söyleyip duruyorsunuz ismimi: Phil-on, Phil-on, ancak hiç de anlamış değilsiniz ne ismimin ne de Tanrının yarattığı sonsuza dek yaşayacak bu dünyanın manasını...
(Sahnede bir itiş kakış başlamıştır. Bir süre sonra olanlarda uzakta, sakin bir yere çekilmiş olan Philon kendisini birbirleriyle kavga eden insanlar arasında bulur. Kavga zamanla Philon'u itip kakmaya dönüşür, dikenlerden yapılmış taç Philon'un başına zorla geçirilir. Bach, erbarme dich ile perde kapanır.)


*Ben mucizeler söyleyen bir papağanım, sözlerim sadece laf değil
Dünyayla söyleşemem, aynası saf değil

Ehl-i dil diyemem gönlü temiz olmayana
Ehl-i dil olanların birbirlerini tanımaması olacak iş değil

« Son Düzenleme: Nisan 20, 2014, 11:39:35 ÖÖ Gönderen: samsa »

samsa

  • İyi Bilinen Üye
  • ****
  • İleti: 429
Ynt: Platonik Oyun
« Yanıtla #5 : Nisan 17, 2014, 02:38:58 ÖS »
PERDE II : " İde; inceliyor,  kadın oluyor, Hıristiyanlaşıyor."





Sahne 2

Dibi delik kaba hakkın suyunu,
Taşıyıp yorulma, dolduramazsın.
Derviş Ali




(Agustinus, boynından sarkan çarmıha gerilmiş İsa figürünü avcuna almış içinden dua etmektedir. Etrafındaki insanların davranışlarından rahatsız görünmektedir.)
Augustinus: Tanrılar aşkına bu ne sefil bir iştiha! Bedensel tutkuların  esareti altındaki bu sefil iştihanın nazarından,  gölgelerin karanlığını delip de aydınlığa çıkmasını  beklemek kaçıklıktan başka nedir ki ; gölgenin gölgeyi aydınlattığı nerede görülmüş!  Ama  güneş balçıkla sıvanmaz derler, er geç kutsal ışığın bilgeliği aydınlatacaktır bu sefil karanlığı.
Rabbim, sen ki güneşinle herkesi aydınlatmaya kadirsin, karanlıkların gazabından sana sığınırım Mesih İsa, başlattığın savaşın ruhu olmaya huzurunda and içiyorum.

İsa Mesih: (Bir ses Augustinus ile konuşmaktadır,.) Ruhdaşım... Hiç kuşkun olmasın ki  gazamız mübarek ve muzaffer olacaktır.Yeter ki bu kutsanmış yolda kaybolmamak için yüreğinden gelen sesi dinlemeye devam et.  Zira düşmanın pek pekin, pek yaman.Böyle bir karanlığın hakkından ancak  göze görünmeyecek kadar parlak bir ışık gelir.
 
Augustinus: Ah efendim, insanlara göze görünenin sadece gölge olduğunu nasıl anlatabilirim. Göze görünen tüm bu ışığın sadece karanlık olduğunu...
    
İsa Mesih:   İnsan; bilmediğini bilen, duymadığını duyan, görmediğini gören  olduğu için insandır, Augustinus.  Bu insanlar ise kendilerini bilmezler. Az önce duyduklarımdan şunu anladım ruhdaşım: Sen kendini bilmeyenlere güceniyorsun, bedenimi öldürdükleri için. Oysa gölgelere kızmamak, gücenmemek gerekir, zira   beni öldüren onlar da değildi. (Bundan sonra İsa Mesih gittikçe daha coşkulu konuşmaya başlar) İsteyerek gittim ben ölüme, ruhuma koştum ben bedenimden. Bilmez misin,  kemikten bir hapishanedir beden , bir işkencedir kan cana! Kaburgalar parmaklıktır, ruh dolar parmaklarını parmaklıklara talihsiz bir mahpus misali; mahsun... İşte mahkum edildiğimde yargıçlarca, bedenim acıdı ruhumun bu tutsaklığına, acıdı da tek seferlik acıya, ölümün acısına katlanmaya razı geldi. Bir beden ruhun farkına vardığında ister istemez merhametle dolar! Dilde kemik yoktur aziz dostum, işte bu yüzden ruhun tek müttefiki dildir bedende. Merhamet daha kolay “dile gelir”, kemiğin olmadığı yerde. Yoksa nasıl “hayır” derdim ölümden kaçmanın ayartısına ve nasıl “evet” derdim çarmıhta gördüğüm zulme, aşağılanmaya, işkenceye.  Nasıl taşırdım kendi çarmıhımı tanrının beni terk edeceği o korkunç tepeye olmasaydı dilimde şu iki sözcük: Merhamet ve sevgi.
 
Augustinus: Ah efendim! Siz her zamanki gibi haklısınız. Sözünüzün üstüne söz koymak ahmaklık olurdu ancak, bunun için susup sizi dinlemek düşer bana şimdi. Belli ki bu sözleri bana boşuna söylemediniz,zira bir yerlerde “konaklamak isteyen” sözler işitmekte kulaklarım.
 
İsa Mesih:  Bu dediğin bile aldığım kararın ne denli yerinde olduğuna işarettir, candaşım;  aklın başından büyük senin, nasıl da anlayıverdin dilimin altında bir şeyler gizlediğimi. Çok kimsede bulunmaz bu özelliklik, aklı başından taşanlardasın sen de.  Öyleyse  gizlemeye gerek yok, çıkarmalıyım artık dilimin altındaki baklayı ben de, zira ya yutmak yada tükürmek gerekir dil altına her gizleneni.  Oysa uzun süre önce bu ızdırap verici düşünceyi  kendim bile görmeyeyim diye dilimin altına gömmüştüm ben , ancak hesap edememişim toprağa gömülen tohumun kök salıp canlanacağını ve bir gün üzerindeki toprağı ittirerek açığa çıkacağını. En iyisi uzatmadan bir kerede söyleyivermek bu zorlu fikri : Tekrar bir bedene hapsolmak...
 Ah, bunun ızdırabını hiç bir yaşayanın anlaması mümkün değildir Augustinus. Ama böyle bir harpte ızdırabın ne önemi var ki! Büyük savaşlarda acı sadece bir tefferruattır, öyleyse bırak ruhum dolsun bedenine ve “BİR” leşsin ruhlarımız, senin bedeninde. Birlikte cenk edelim karanlığın gölgelerine karşı, kanın kanım olsun canım canın!  Bir dilden konuşalım seninle, zamanı geldiğinde anlasınlar ki “BİR” dilden konuşur olur, bizim ile!
Augustinus:  Efendimiz, buna nasıl “Hayır!” der dilim, bedenimde sizin ruhunuzu taşıyor olmak ancak onurlandırır beni,  öyleyse şöyle der bu dil : (İsa Mesih ve Augustinus birlikte) Gazamız mübarek, davamız muzaffer ola!

(Jesus-tinus kilisedekilere ve seyirciye seslenmek üzere  hareketlenir , diyaloglar boyunca kilisedekilere seslendiği kadar seyirciye seslenir. )

Jesus-tinus:
Kardeşlerim! Bizler, Musa peygamberin öğretisini uzun süre sindirip geriye posası kalıncaya dek içimizde tuttuktan sonra nihayet Mesih'in müjdesi ile kurtuluşa erişme imkanını elde ettik. Tanrı'nın esirgeyicilik ve bağışlayıcığının tüm insanlığın ve kainatın üzerinde olduğunun müjdesi ile yüreğimizi yumuşatmalı,  tırnaklarımızı törpülemeli, gerekirse tanrının cömertliğine layık olabilmek için dişlerimizi sökmeli ve ondan sonra kalplerimizi komşumuza açmalıydık. Ancak dostlarım,  bunların tahakkuk etmesine en çok yaklaşıldığı vakit bile menzile giden kaplumbağanın bir tek  adımı  atılmış değildir bizim adımıza.
Romalı 1: Sen kim oluyorsun da bizim adımıza konuşma hakkını kendinde görüyorsun yabancı?
Jesus-tinus:. Doğru söz konuşabilmek için illahi karun kadar zengin bir adam ya  da bir kral gibi soylu mu olmak gerekir, kardeşim?
Romalı 2: Bir samanlıkta doğan çobanın Tanrı'nın oğlu olduğu bu dünyada senin  gibi kendi halinde bir adamın  da doğruları söylemeye hakkı vardır elbette yabancı.  Arkadaşımın kabalığını affet lakin sen de söylediklerinden dolayı bizlere bir özür borçlu olduğunu kabul etmelisin.
Jesus-tinus:.Elbette, eğer sizlere haksızlık ettiysem özrümü sunmaktan ve borcumu ödemekten geri durmam kardeşlerim. Ancak ortada bunun aksi bir durum olup olmadığının anlaşılması için  de sizlerin en azından söyleyeceklerimi dinlemeye katlanmanız gerekir.
Romalı 3: Pekala, öyle olsun yabancı.
Jesus-tinus: Yıllar önce, ben de diğer toy ve genç Romalı yurttaşlar gibi kendimi zevk ve sefaya verdiğim yıllarda bir yaprak gibi oradan oraya savruluyor, amaçsızca yaşamımın bir gün sona ereceği düşüncesini zihnimi ele geçirdiğinde kendimi daha da kaybedip pisliğe daha çok batıyordum. Zamanla içinde bulunduğum şerait üzerine daha çok düşünmek icabı hasıl olmuştu ve bu da beni daha önce yaşamış olan bilge insanları okumaya zorladı kardeşlerim.Lakin suallerimin cevaplarını bulacağım yer kitaplar değildi. Ben de kitaplarda bulamadığım devayı. Mani dininde bulacağım hissine kapılarak bu dine intisap ettim. Hakikatin burada da ikamet etmediğini anlamam uzun sürmemişti. Bu yaşadıklarımın ruhumda neden olduğu tahribat, hakikatten  şüphe duyan yitik bir yürek bırakmıştı ardında ve bu yürek de beni  derin bir iç sıkıntısına sürüklemişti.
Romalı 3: Bu habis fikirler sık sık benim de zihnime sirayet eder ve yüreğimi türlü işkencelerle dağlar, yabancı. Böyle zamanlarda sabredip bu düşüncelerin beni terk etmesini beklemekten başka bir şey gelmez elimden.
Jesus-tinus: Kardeşlerim,  sonunda şuna ikna oldum ki, bir hakikatin olduğu ve bu hakikatin ulaşılabilir olduğu kanısına varılmadıkça bir ruh için mutluluk imkanı yoktur. Lakin, ben kendi varlığımdan bile şüphe içindeyken bu kanıya nasıl ulaşabilirdim? Sonunda, şüphe etmediğim tek şey  her şeyden şüphe ediyor olmamın kendisi olana dek her şeyden  şüphe duyduğum anda şu sözler çıkıverdi ağzımdan, uzun süredir ilk kez bir şeyden emin olmanın huzuru ile: "Şüphe ediyorum, demek ki varım"
Bu huzur ile tekrar bilge insanları okumaya başlayacak cesareti bulmuştum kendimde ve büyük Sokrat ve talebelerinin söylediklerini dikkatlice okuduktan sonra içimi kemiren şüphecilikten  de büsbütün kurtulmuştum.Ancak yine de mutlak ışığa henüz ulaşabilmiş değildim.
Romalı 1: Bu söylediklerinden sonra sana o şekilde çıkıştığım için kendimden utandım yabancı.Bizler hiç de senin geçtiğin yollardan yürüyüp senin aştığın dağları aşmadığımız halde kendimizi seninle bir tutmuştuk.Sen tüm bu zorlukları aşıp şehrimize kadar gelmene rağmen henüz varacağın yere varmadığını söylüyorsun. O halde biz daha yürümeye bile başlamamış sayılırız.
Jesus-tinus: Kardeşim, mutlak ışığa ikimiz de ulaşmamış olsak da ikimiz de aynı derecede başarılı sayılırız.Zira, nihayetinde benim meşakkatli yolculuğumun sonunda vardığım yer senin adımını atmadan zaten içinde bulunduğun bu şehirdir. Hakikate ulaşmanın tek yolu tanrının inayetine mazhar olmaktır ve tanrının inayetine mazhar olmanın tek yolu da Kitab-ı Mukaddes 'ten geçer.
Romalı 2: Hepimiz Kitab-ı Mukaddes'in işaret ettiği yolda olsak da yabancı, açıktır ki sen tıpkı bir sürünün önünde yürüyen çoban misali bizlere yol göstermektesin.Değilse, seninle bizler arasında hiç bir fark yoksa ne bizim seni şu andan dinlememize gerek vardır ne de senin bizlere bu dünyadaki sefil halimizi gösterebilmek ve bir kurtuluş müjdesi vermek için konuşmana...
Romalı1 :Sen ki, karanlık gecede semadaki kamer,
Romalılar:Hikmet-i sırrını lutfet şu garip aşık-ı hakikate!
Jesus-tinus: Kardeşlerim, okuduğumda yüce ve bilge insanları; onarın Tanrı bilgisine çok yaklaştıklarını anladım.Ancak hiçbiri değildi değildi sahip saf ışığın görü ve bilgisine. Hiçbiri bilmiyordu nedir Kitab-ı Mukaddes, kimdir Tanrının oğlu ya da  Aziz Pavlus. Hiçbiri farkında değildi; nasıl bir vücutta ruh tek ve her yerde ise, Tanrı da işte böyle bir ve her an her yerdedir.
Romalı 2: Ama eğer anlayabiliyorsak ruhtan yola çıkarak Tanrı'yı, o zaman tanrı ile insan demek değil midir bir, yabancı?
Jesus-tinus: Tek tanrı vardır ezeli ve ebedi olan kardeşlerim ama ondan gayrı her şey damgalanmıştır iki sözcük ile : Önce ve sonra. Ondan gayrı her şeyin vardır bir öncesi ve sonrası. Evren bile doğmuştur ve ölecektir.Hiçbir varlık yoktur ki tanrıdan gayrı, zamansız olsun ve Tanrı'nın biricik varlığı karşısında  hiçliği tatmasın.
Romalı 3: Sözlerin ahenkle çalan bir saz misali yabancı lakin eğer hiçliği tadacaksa her varlık Tanrı'dan gayri, neden var kılındı bu dünya ve evren?
Jesus-tinus: Bir araftır bu dünya ezel ve ebed arasında asılmış. Ayıklar, Tanrının Krallığına gidecekler ile İblisin Krallığına gidecek ruhları birer birer. Şeytanın kibir ve iştahı ile işlediğinden beridir ilk günahı Adem babamız, koparız ve düşeriz bir ağaçtan düşen meyve gibi  toprağa.İşte biteceği topraktır bu dünya kurtlu ve kutlu meyvenin.
Bazı sapkınlar söylediler "Yoktur soydan gelen hiç bir günah ve yoktur insanın ihtiyacı bunun için tanrının inayetine", oysa ki mücrim çekmelidir cezasını cürmünün ki bu Tanrı'nın adaleti tahakkuk  edişidir.
(Jesus-tinus bir süre susar.İç çeker ve sakin ve melankolik bir ses ile tekrar konuşmaya başlar.)
Jesus-tinus:  Kardeşlerim;  Mesih'in kendini feda etmesiyle bizler, tanrıya karşı gelerek işlediğimiz günahın geri ödenemez kefaretini ödemiş olduk. Bir defalık tarihi bir olay olarak tecrübe ettiğimiz  bu dünya hayatı Tanrı'nın yüksek merhameti sayesinde bir Mesihin kutlu haberi ile müjedenmiştir. Ruh, Tanrı buyruğuna karşı gelmekten başlayan ilk günahtan sonra azaptan geçerek inayete uzanıp Tanrı'da huzur bulacaktır.
Romalı 3:Öyleyse, bu dünyadaki herkes eninde sonunda Tanrının Krallığına gidecektir, yabancı.
Jesus-tinus:  Hayır, dostum. Tanrı'nın devletine kabul edilecek olanlar, bu dünyada tanrı kelamı ile tanrısal inayeti yönetmek ve böylece dünyaya hükmetmek vazifesini üstlenmiş olanlara katılanlardır. Onların devleti, Tanrı'nın devletinin bu dünyadaki suretidir. Bir devletin ne kadar uzun süre yaşamaya devam edeceğini belirleyen o devletin ne kadar Tanrı'nın devletine benzediğidir. Onun içindir ki, Asur ve Roma gibi devletler kumdan kaleler gibi yıkılıp giderler.
Romalı 1 : Eğer Roma,  Şeytan'ın Krallığı ise bundan böyle Roma kanunlarına uymamalı, yabancı.
Jesus-tinus:  Aceleleden kendini esirge dostum, zira acele etmede her zaman kibir gizlidir Kibir ki, ilk günahın sebebidir. Eğer bir şey var ise bu onun içinde mutlaka iyi bir yan da olduğunun kanıtıdır. Dünyadaki en kötü şeyler bile ortaya çıkış sebeplerini onların içinde bir iyilik kırıntısını taşıyor olmalarına borçludurlar.Çünkü varlık, tanrısaldır. Tanrı ise iyidir.
Romalı 2: Öyleyse yabancı,  Asur gibi bir imparatorluk bile içinde iyi ve tanrısa bir yan barındırıyor. Ama Asur bile iyi ise ne  kötüdür ki?
Jesus-tinus: Önce bu soruyu düzeltmeme izin ver azizim. Hiç bir "şey" kötü değildir, çünkü eğer bir şeyden bahsediyorsak o varlığa gelmiştir ve dolayısıyla artık Tanrıdan bir pay almıştır. Öyleyse soruyu "Ne kötüdür?" şeklinde değil, "Kötülük nedir?" şeklinde sormak gerekir.
Romalı 1: Haklısın, yabancı!
Jesus-tinus:  Kötülük, şeylerin normal düzenlerinden uzaklaşmalarıdır.Ruh maddeyi idare edecekken, maddenin ruhun önüne geçmesidir. Ruhun akıllı parçası tarafından yönetilmek ve sınırlandırılmak durumunda olan tutkuların ruha tahakküm etmesidir.Yani, kötülük bir varlık değildir, ancak varlıktan uzaklaşmaya verilen isimdir. Nasıl güneş üstünse gölgeden varlık da üstündür hiçlikten.Nasıl tanrı şeytandan üstünse, iyilik de üstündür kötülükten.
Romalı 2: Peki yabancı, iyilik kötülükten; tanrı ise şeytandan üstünse Adem babamız ile Havva anamız neden ilk günahı işledi? Günah neden ortaya çıktı?
Jesus-tinus:  Hep ilk günahın sebebinin şeytan olduğunu sanırız.Sahiden de şeytanın kandırmacası olmasaydı belki ilk günah da olmazdı.Ancak şeytanın kandırmacasını mümkün kılan şey iblisinin kuvveti değil, insanın iradesinin zayıf olmasıdır.
Romalı 1: Sözlerin sahiden de akla  yatkın yabancı. Eğer kötülük iyilik gibi bir varlık değilse, her kötü şey içinde iyi bir yan da varsa; bu durumda Roma hatta Asur gibi bir devlette de  iyi bir yan olmalıdır. Ama bence asıl sorulması gereken soru, "Tanrının Krallığını kendisine örnek alan bir devlet nasıl olmalı?" sorusudur.
Romalı 2: İyi dedin dostum.
Jesus-tinus : Tanrının krallığında günah yoktur dostlarım.Onun içindir ki orada ilk günahın işlenmesiyle ortaya çıkan mal mülk sevdası ve kölelik de yoktur.Tanrı insanları birbirlerine köle etsinler diye yaratmamıştır, çünkü insanlar birbirlerinden üstün değildirler. İnsanların üstünlüğü hayvanlar ve diğer canlılar üzerindedir. Zaten, bütün savaşların, ayaklanmaların ve haksızlıkların nedeni mülkiyetin var olmasıdır Tanrının krallığını kendisine örnek alan bir devlette onun için kölelik, eşitsizlik ve maddiyat hırsı olmamalıdır. Burada hükümdarlar da kendilerini yöneticiden çok hizmet eden kimseler olarak görmelidirler. Onlar ancak eğer herkesin çıkarlarını gözetirlerse uygun bir iş yapmış olurlar, eğer kendi çıkarlarını ya da sadece belli insanları çıkarlarını gözetirlerse şeytanın krallığını örnek almaya başlamışlar demektir.

(Romalılar, sükunete kavuşmuş bir şekilde yabancıya saygı ve minnetlerini sunarlar ve sahneyi terk ederler. Yabancı sahnede yalnızdır.Bir süre sessizlikten  sonra kendi kendine konuşmaya başlar. )

« Son Düzenleme: Nisan 20, 2014, 11:39:55 ÖÖ Gönderen: samsa »

ferda-2

  • Aktif Üye
  • ***
  • İleti: 105
Ynt: Platonik Oyun
« Yanıtla #6 : Aralık 06, 2019, 09:34:03 ÖS »
Güncelleme..

ferda

  • Aktif Üye
  • ***
  • İleti: 234
Ynt: Platonik Oyun
« Yanıtla #7 : Temmuz 16, 2022, 12:43:35 ÖS »
güncelleme-2 (Umarım devam edebilecek istek ve enerjiyi bulabiliriz samsa, bunu "yazmalıyız"...)