Won Ha’nın ağırbaşlı tutumları, eşyaların yerini bilmesi, onları rahatça kullanması buraya sıkça girip çıktığını ya da burada yaşadığını belli etmişti. Kapıdan girdiğinde Mina Hanım’ın durumuna, kendisinin burada olmasına şaşırmamış, ikircime düşmemiş, sorgulamamıştı. Bu Ha-Neul Bey’in usuna takılmışsa da ondan önce konuşması yetişkin konuşmasını andıran bu genç çocuğun erken olgunlaşan ya da olgun doğanlara özgü ağırbaşlı tutumuna bakıp onu nasıl çağıracağı, ona nasıl davranacağını kestirmesi gerekti. Üstüne üstlük bütün yaşadıklarınının yaşanılanların ardından beyni, bedeni aşırı yorgundu. Bunları düşünmek değil, Mina Hanım’ın eli, ayağındaki camların çıkarılması, yaraların bakımı öncelikliydi. Onu öylesine bağrına basıp kucaklamış, kanepeye yatırmıştı ki, deminki sevecenlikten değişikti. Bu sevileni, sahiplenileni koruyup kollama içgüdüsü sevdiğini, kendisine değgin olanı sahiplenen varoluşsal içgüdüydü. İlksel sürüngen beyni tehlikeden kurtarmış, duyusal olmayan bölüm yara temizliğine odaklanmış, duyusal memeli beyni ise hepsini kapsayan, özümseyen ve sonuca odaklı donanımlı üst kurgunun denetiminde ve duygunun en üst düzeyinde bağrına basıp kucaklamış, yatırmıştı. Onun bulamadığı ecza dolabından Won Ha’nın getirdiği malzemeyle Mina Hanım’ın eli ayağındaki cam kıymıkları temizleyip, ilaç sürüp sardılar. Daha çok o temizleyip sarmış, Won Ha yardım etmişti, Ha-Neul Bey’i dikkâtle izleyerek. Ha-Neul Bey, Mina Hanım’ın küpeleri çıkarmış, kolyesine davranmıştı ki,
“Kolyenin ucu kopmuş!”
“Buralardadır, bakarım.”
Ha-Neul Bey, Mina Hanım’ı yeniden kucaklayıp yatak odasına götürdü, az önce çarşafını, yastık kılıflarını değiştirdiği temiz yatağa yatırdı. Kapı dibinde Won Ha’nın uzattığı gecelikle kan lekeli, kimi yerleri kesik geceliği değiştirip üstünü örterken Won Ha onun her devinimini hiçbir şey kaçırmamacasına izliyordu. Üst düzey yumuşacık sevecenliğe, koruyup, kollamaya gene tanık olduğundan çok daha dingindi, yüzünden apaçık okunuyordu.
“İsterseniz yatın, ben ortalığı temizlerim. Siz de yorgunsunuz.”
“Ah! Evet! Çok güçlüydü, doğrusu epey yordu. Acaba? Acaba... Bugün özel bir gün mü?”
“Bilgim yok. Ne dediğini öğrenmek isterseniz, kayıtlayıcı var. Masada, çalışma masasında. Sürekli açık… hep kayıtta.”
“Aa! İsterim. Çok isterim.”
Kayıtlayıcıyı duyduğunda yorgunluğu ötelenmiş, Won Ha’nın ardından çalışma odasına gitmişti. Düğmelerini iliklemediği gömlekten göründüğünce göğsündeki, karnındaki çiziklere, yüzüne bakan Won Ha kayıtlayıcıyı duyduğundaki canlanışıyla gülümsüyordu.
“Siz de yaralısınız. Ayağınızı da kesmişsiniz!”
“Küçük sıyrıklar. Ayağımını bilmiyordum, bakarım sonra.”
Ha-Neul Bey üç beş sıyrığı birkaç parmağının ucuyla yoklamış üstelememişti. Son derece güçlü merakın çemberinde üç beş sıyrık... önemsizdi... Adlandıramadığı, anlamlandıramadığı karşılaşmalarının neliğinin çözümüne kayıtla ulaşacaktı belki. Düşündükçe içindeki uyarımı ayrımsamış, olası yüreğinden yükselen uyarımı ayrımsamış, doğru bildiklerinin varlığına değgin belki doğru olmadığını, şimdiye doğru olmayan diğerlerinin ise gerçekte doğru olduğunu sezinlemenin, tanımlamanın, tatmanın zamanı geldiğini, bu aydınlanmanın ayrımına ulaştığını duyumsadı. Var olduğunu düşündüğü yitik zamanlar, yitik duygular, yitik yerler, ömrü boyunca duyguları tarafından durmaksızın aranan yitik parçalanma, paralanma, aynı zamanda yitirdiğine ulaştığını düşündürüyordu.
Won Ha, masadaki aygıtı Ha-Neul Bey’e uzattı.
“Ararsa?”
“Bir şeyler söylerim.”
“Hep kayıtta? Neden?”
“Yazı için… sanırım. Gece sesleri, kuş, böcek sesleri, hepsi var.”
“Ne... zamandan… ne zamandan beri kayıtta?”
“Geldiğinden beriymiş. Önceleri bölüntülü kaydetmiş, şimdi hep açık.”
“Profesyonel bir aygıt.”
“Aa! Evet, Beum Rae Abi seçti. Birlikte almıştık. Önceden kullandığı düşük modeldi. Ogün bu bilgisayarı da almıştık.”
“Peki, kim çevirecek? Hanımanne… Hanımanne’yi In-wook Abi biliyor mu? Hanımanne nerede?”
“Hıı… Evet. Hanımanne’den başkası olmaz. Usta’mdan değil de Mi-Ok Hanım’dan yardım istesek?”
“Abla’m burada mı?”
“Evet. Gündüzleri hep geliyor.”
“Hanımanne?”
“O yok, gitmiş… öyle biliyorum… sanırım haber yollanır.”
“Anladım.”
Pek anlamadı, gerçekte. Bir dürtüyle, bir tasayla istençdışı Mina Hanım’ın odasına yürüdü, yorgun ve hüzünlü yüze kapıdan uzun uzun baktı. Çok derin uyuyordu. Gitti, yaralarını temizleyip, ona ilâç sürdükleri kanepeye oturdu. Başparmağına saplı kıymığı çıkarırken, Won Ha getirdiği çayı sehpaya bırakıyordu.
“Omzundakini gördünüz mü?”
“Aa, evet, bir dövme vardı.”
“Dövme değil... tamga. O... nasıl desem, özel biri. Çok özel...”
“Özel derken?”
“Evet... özel. Korunup, kollanması gerekiyor… Ölümüne korunup kollanması?”
“Ölümüne!”
Bu vurucu sözcükle iliklerine dek sarsıldı, titredi. Yaşantı ve bilgi biriktirirken hiçbir şey atlamamaya özen göstermiş, döküntü yaşamını şirketteki herhangi bir dosya gibi dosyalamış, kendisine koyduğu katı kurallar arasında “Ölümüne!” sözcüğünü hiçbir yerde bulamamıştı. Evin doğal olmayan dinginliğinde, aynı zamanda başkaldırıcı yapışkanlığında gecenin bir yarısı, dört koldan kuşatıldığı sanrısıyla, kabuğundaki diğer çatlayışı sezinliyordu. Beyninin yarısında unutmaya çalıştığı küflü bili, paslanmış duyum tetiklenmiş, onu ağdalı zamanların dibi tortulu sarnıcına atmaya uğraşırken, diğer yarı, renge bürünmüş albeniyle kamaşmış, güneşten, ışıktan vazgeçmesine karşıcı tanıdık, bildik görüyle, kulaklarındaki uğultuyla katışıksız düşe dönmüştü.
Bu dilsiz bili, dilsiz duyum korunağında ne duyumsayacağını bildirmeyen düş, ışıltılarla yanıp sönüyordu. Sanki tanrı, ışıklı bir soluk üflemiş, onlar yanıp söndükçe ağdalı zamanların dibi tortulu sarnıcı aydınlanıyordu. Demlenmiştir diye açtığı kapağı sehpaya koyarken diğer elindeki fincandan çay yudumluyordu.
“Acıymış!”
“Acı, ama tüm yorgunluğunuzu alır.”
Won Ha’nın dediği gibi yudumladıkça düşünceleri, duyguları çözülüyor, onlar çözüldükçe bedenindeki yorgunluk azalıyor, çözülen düşünce ve duyguları tozanlara bendeş ayrışıyordu. Önünde nasıl yayıldığını nereden geldiğini bilemediği, sorgulamadığı ışımanın dönüştüğü holograma, belki sanrıya ya da düşe elini sokuyordu. Düş de gerçekti, bulunduğu yer de… İki dünya arası yarık gibi... Uyku ile uyanıklık arası gidip geldiği gibi, kendinin çok iyi bildiği... Boyut algısı değişmiş, çatının kiremitlerini döven yağmurun patırtısı uyuşturmuş, nereden estiği bellisiz rüzgârla sallanan lâmbaya gözünü dikmişti. Lâmbanın gidip gelişiyle aydınlanıp kararan koltuğa gözü iliştiğinde…
Sımsıkı yumduğu gözlerini açmış, kilodunu giyip parmak ucuna basarak dışarı çıkan karaltının arkasından, kendi de evecen evecen pantolonunu çekmiş, dışarı çıkmıştı. Alabildiğine hızlanan yağmurun enikonu sertleşen taneleri can yakıyordu. Kollarını iki yana açmış öylece durarak,
“Gir içimeeee! Gir içimeeee!”
diye bağıran karaltının elini tutup sırsıklam bırakan yağmurda yalınayak, soluksuz kumsala koşmuşlardı. Ak duvaklarıyla kum zambakları karanlık geceyi lekelerken uğultulu rüzgârların sesiyle kulakları sağırdı. Deniz kırbaçlarından fırsat buldukça gidip gelen saçlarının arasında dupduru gözleriyle kendisine bakan o karaltıyı kollarıyla sarıp sarmalamış, göğsüne yaslamış,
“Artık, seni ben koruyacağım! Ölümüne!” demişti.
.
“Hazırsanız Öncüyü salmayı düşünüyorlar…”
.
Won Ha’nın sesiyle düş yeniden toza dönüşerek ayrışmış, eli düşün içinde kalmıştı, elinde akzambak kokusu. Elini koklarken Won Ha’ya bakıyordu, gördüklerini onun görüp görmediğini sorarcasına.
“Öncü?”
diyebildi, ne dediğini bilmeden.
“Ben, camları temizleyeyim. Dinlenin, isterseniz. Hanımefendi uyanırsa...”
“Uyanırsa?”
Ha-Neul Bey, düşün etkisinde durmadan elini kokluyor, evirip çevirip eline baksa da sonuçsuz kalıyor, Won Ha’nın dediklerini duymuyor, dinlemiyordu. Kendisine bir şey olduğunun ayırdığındaydı, ama o bir şeyin ne olduğu konusunda karışan usunu dengelercesine başını bir sağa, bir sola eğip konuşmalar, edimler de içinde olmak üzere her şeyi ölçüp biçip tartıyordu. Ne türden olguya çekilmişti? Adını koyamıyordu. Yaşadıklarından belleğinde güzelden öte düş tadı kalsa bile… Hayır güzelden öte düş denilemezdi salt bu düşe. Güzelden öte olsaydı, yüreği bu denli acımazdı. Kendi uslamlamaları, başkasının ya da başkalarınınmış gibi geldi birden. Uykuyla uyanıklık arasında gidip geldiği, üstelik gidip gelen bir nesnenin olduğu, yağmuru, rüzgârıyla gözlerinin önünde belirip gelişen düşe ya da sanrıya, ışığa doluşan pervaneler gibi yapışmak üzereydi. Düşüncesini doğrulayan ya da yanlışlayan kanıt ya da kayıt arıyordu ussal beyninde. Omuzlarını silkmiş, dirilmeye, dikilmeye çalışmıştı. Zorlu gecenin zorluluğu daha sonlanmamış diye düşünürken, keskin bir sancı saplanan başını apansız devimle sol yana eğesiye yüzü, gözü buruştu. Karşısında hastane odasındaki yatağında puslu silik görüntüsüyle Hanımanne belirmiş, isteyip istemediğini soruyordu:
“İstiyorum!”
“Yukarıdaki evi, o evi sana alabiliriz.”
“İsterim. İsterim de sahibi? Kabul eder mi? Ben isterim. Orası da olur.”
“Eder, ettiririm. Sen iste. Yalnız, Hanımefendi bilmesin.”
“Neden?”
“Sonra açıklarım, söz. Belki, kendi başına bulursun nedeni.”
Yoksa gizdüzen miydi? Kendisine tuzak mı kurulmuştu? O ev satılabiliyordu da niye bu zamana dek beklemişler, bekletmişlerdi? Bu kadının gelişiyle mi ilgiliydi? Yoksa onu, ona mı yönlendiriyorlardı?
“Hayır, hayır… bu kuruntu. Kimsenin sizi yönlendirdiği yok! Kimi şeyler birbirlerine yönelir, birbirlerini sürekli arar, bulamasalar da arar. Üstelik şanslısınız, sizin yöneldiğiniz, siz onu bulmadan, o sizi buldu. Bakalım siz onu bulabilecek misiniz?”
“Anlamadım?”
“Anlayacaksınız.”
.
Ha-Neul Bey o sabah her yeri ağrıyarak, kolları, bacakları, başı, her yeri ağrıyarak uyanmış, yıkanmış, beline sardığı havluyla aynanın karşısında gece yaşanılanları sorguluyor, nedense Won Ha’nın gelişinden sonrasını bölümlü anımsıyordu. O bölümlerden elindeki koku, gidip gelen bir nesne ve kayıtlayıcı vardı, vardı da… gerisi… gerisi bulanıktı. Evine nasıl, kaçta geldiği bile bulanıktı. Bedenindeki sıyrıklara bakarken kanepede oturduğunu, Won Ha’yla konuştuğunu anımsıyor, ama konuşmanın içeriğini anımsayamıyordu. Elindeki koku ve gidip gelen nesneden daha önemli olan kayıtlayıcıyı bilip bilmeden tanımadığı insanlara gösteremez, dinletemezdi. Öz ya da öğrenilmiş değerleriyle Mina Hanım’ı da kapsayan sahiplenme duyumu, gizlerin uluorta bölüşülmesi düşüncesini öne çıkarınca canını sıkmıştı; kimin adına olduğunu gözden kaçırarak. Böylesi sahiplenme duyumunu dün gece yaşamış mıydı? O kadın kollarının arasında ağlarken? Daha derin, çok daha derin bölüm vardı, sanki, olmalıydı… neden anımsamıyordu? Kayıtlayıcı! Önce bunu çözmeliydi. Belki ipucu bulabilirdi. Kim yardım edecekti? Kardeşi? Hayır! Teyzesinin kazak sorunuyla yeterince başı ağrımıştı. Üstelik bu dili nerden bilecekti? Çevirmen? Oo, hayır, hayır, asla olamazdı!
“Ahh!”
Keskin bir bıçak saplanan başını apansız devimle sol yana eğesiye yüzü, gözü buruştu. Yarı aralık gözüyle bedenindeki sıyrıklara dokunmuş, birden aklına Mi-Ok Hanım, yani Abla’sı gelmişti. Evet, yardım edecek tek kişi Hanımanne’ydi. Hanımanne’ye Abla’sıyla haber yollayabilirdi. Ona nasıl ulaşacaktı? Won Ha söylemişti ve bunu demin anımsamıyordu. Tuhaf, çok tuhaftı. Üstünde durmadı. Hanımanne’yi düşününce aynı anda onun Hanımefendi’yle yakınlığını ayrımsamıştı. Yakındılar. Hastane odasında? Hanımefendi? Gülmüştü. O da herkes gibi Mina Hanım’a, Hanımefendi diye seslenmekten hoşlanmıştı.
“Hanımefendi!”
diyecekti, kılığıyla, duruşuyla, konuşmasıyla, varsın kimsenin olmasın, kendinin hanımefendisiydi artık. Daha dün gece kollarındaydı, kollarının arasındaydı, üstelik onu öpmüştü. Hangi meleği sevindirmiş, hangi tanrının gönlünü almıştı, böylesi kayrayla onurlandırılmıştı.
“Aiyyş! Neler söyledi? Ne söyledi?”
Omzundaki dövme ilginçti. Kuşkusuz özgündü, daha önceden görmüşlüğü vardı, ama nerede? Ya onu çırçıplak soyduğunda, üç bin yıldır durmaksızın çıkarılan Marmara mermerlerinden ak, pürüzsüz, duru bedeni? Çamaşırlarını değiştirirken, onu kurularken görgüsünden ödünsüz gözlerini yumması? Bakmasına bakardı, bakmamıştı! Ya ona sımsıkı sarılıp yattığında bedeninin ılınması, ılındıkça ısınması, o ısındıkça benliğini sarmalayan ılıklık. Durmadan,
“Bu kadınla tanışmalıyım!”
dediği için mi saçma sapan yollara başvurmuştu dünya? Azıcık belirmiş seyrek sakallarını sıvazlayarak bir sağdan, bir soldan yüzüne bakıyor, ayna karşısında kendi kendine konuşuyordu. İşe gitmemeye karar verdi. Hanımanne’ye gidecek, kaydı dinlemek için ondan yardım isteyecekti. O zaman daha yatabilirdi. Ecza dolabından ağrı kesici aldı kaslı bedenine aynada baka baka içti, ardından ofise gelmeyeceğini bildirdi. Telefonu kapatmıştı ki tanımsız numaradan aranmıştı. Telefonu açtığında karşısındaki Abla’sından, Hanımanne’nin öğleden sonra onu beklediğini öğrendi. O onu arayacakken... Won Ha? Olasılıkla… Ardından Avukat Dong Wook Bey’i aradı, teyzesiyle ilgili bilgi aldı, yattı. Yatak örtüsünü göğsünün altına dek çekmiş, ellerini ensesinde bağlamış tavana bakarak onun şaşırtıcı, dayanılmaz gücünü düşünürken gülümsüyor, bir yanda tanımsız acı yüreğini deldikçe üzülüyor, gözleri doluyordu. Öyle uyuyakaldı.
.
“Onu sevdim, çok, çok sevdim. Öyle çok sevdim ki! Öyle çok! Ona imrendim. Açıkçası imrenmem, ona olan sevgimden daha çokmuş. O, istediği gibi davranıyordu. Onun bu davranışının, hep gizemli bir yanı vardı. Gizemli bir yetiydi benim için. Ben, bu gizemli yetiye aşık olmuşum. Onu besleyen kaynağa. Nasıl, nasıl, nasıl hayran olunmaz, hı? Nasıl olunmaz? Ama, ama bir yandan da ondan korktum. Yeteneği yaradılıştandı. Onun, insanları sürüklediği söyleşiler, anlattığı öyküler, her zaman beni alt üst eder, sanki bütün gücümü emer, damarlarımdan kanlarım çekilirdi. Her zaman, her yerde söylenecek, anlatacak bir şeyi vardı. Benim yoktur. Ne anlatacağımı bilmem, bilmediğim gibi, nasıl anlatacağımı da bilmem, bilemem. O benim tam tersimdi. Ben her zaman eksik, yetersiz, dışlanmış, kötüydüm. Hep böyle duyumsardım, hep, hep. Sonra, sonra bana bunları düşündürenin, böyle düşünmemin nedenini buldum. Neden büyüklenmeymiş, benim büyüklenmem. Beni o yaşatıyormuş, ondan salıksız. Onun gibi olabilmem için önce onu dizginlemem gerekiyordu, bunu kavradım. Onun gerçek değerini önyargısız görebilmemin yolu, büyüklenmeden vazgeçmekten geçiyordu. Gerçekte ise bende, beni incitmeden, bunları düşündürtecek duygu patlamaları yaratmasıymış. Yorulmadan bana, bunun için bana, kılavuzluk etmiş. Çok sonra anladım, çok sonra. Bunları eylerken, benimle benzersiz biçimde eğlenmişti... bunu da çok sonra anladım. Sonra, sonra da ben... onunla eğlenmek için çalıştım, kemiklerim sızlayana dek çalıştım, kendimi yitirene dek. İstediği her şeyi yerine getirdim, her türlü pis işi. Bedenimi ve kendimi aşağılamak için sağlıklı pislik içinde yaşadım. Kendi kendimle alay ettim, kendimi aşağıladım, aşağıladım ki, biri beni aşağıladığı zaman etki etmesindi! Erinmedim, yılmadım! Tek korkum vardı... tek korkum... dünyadan ayrılmasıydı. Daha korkuncu o ayrılırsa, ayrıldığında, onunla birlikte renk... koku... ezgi, ses... yüreğimin de onunla birlikte gitmesiydi. Öyle de oldu. Şu an çok şey var, her şey var, her şey! Renk var, ses, koku... var. Kolayca sevinirim, sevinç benden uzak değil… ama işte... öyle değil… değil… değil işte…
O, o bana, bana şunu derdi... durmadan:
“Eğer başarısız olacak kadar aptalsan, hiç olmazsa buraya gel otur.”
Tanıştığımız, ilk kez bakıştığımız yer. Okulun bahçesindeki çınar ağacının altındaki bank.
“Düşüncelerinden, duygularından sıyrılarak gel, buraya otur. Ben, nerde olursam olayım, seni görmeye geleceğim. Söz veriyorum. Bunu mutlaka yapacağım.”
dedi. Gözleri, öyle bir göz görmedim ondan sonra, kesinlikle görmedim… hayır… hayır... gördüm… sanırım gördüm… iki kez daha gördüm… onlar, onlar, o gözler, kavranmaz durulukta iki havuzdular. İki havuz… Dibi yosunlanmış, suyu duru. Gözlerimin içine bakmıştı, bir şey arıyordu içlerinde ya da bana öyle geldi. Bilmiyorum. Tıpkı gençliğindeki gibi. Pırıl pırıldılar, ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, bir şeyler vardı. Anlayamamışım. Anlayıp anlamadığımı, bilip bilmediğimi bilmek istercesine üsteleyerek baktı baktı. Sonra kıs kıs gülerek,
“Akşam, bu ağacı daha da büyülü hâle getiriyor.”
demişti. O bankta çok oturdum. Beni görmeye gelmedi, gelemedi. Sözünü tutmadı... tutamadı. Yine de o bankta oturmayı sürdürdüm. Ağacın hiçbir büyüsü yoktu. Bir gün, sonra bir gün, o banktan kalktım. Her şeyi orada bıraktım. Yüreğimi, renklerimi, seslerimi, ezgilerimi, kokularımı, her şeyi! Arkama bakmadan yürümeye karar vermiştim, gerçekte oraya hiçbir şey bırakmadığımı, asıl bırakacağım yerin, çok daha uzun zaman sonra, çok daha uzaklarda olduğunu sonradan öğrendim.
Düşüncelerimden, duygularımdan... sıyrılamamıştım. Her zaman, her zaman çevresindeki herkesle, ama herkesle... derinden, içten ilgilenirdi. Sevecendi hem de nasıl! Açıktı, sahip olduğu her şeyi, tanısın tanımasın herhangi birine verdi, verirdi. Herkes onu sevse de işin aslı kimseyi umursamazdı. Bu yüzden insanlara yardım edebilmişti. Sırtındaki gömleği bile vermişliği var! Hah! Ogün çok komikti, çok komikti. Ak atletiyle üşüye üşüye gelmişti. Şaşırdım! Benim şaşkınlığımla ne kadar eğlendi, ne kadar! Huyunu bildiğimden,
“Pantolonunu niye vermedin?”
diye takılmıştım. Hah! Düşünmediğinden değil, donu nedeniyle vermemiş. Yılbaşında şaka olsun diye, ona kalpli don almıştım, ogün giyeceği tutmuş. O an, ikimize de dadanan gülme krizini an-la-ta-mam. Sokaklarda kalpli, slip kırmızı donla düşünüp düşünüp gülmekten yorulmuştuk. Aaah! Bunları dert etmezdi. O özgür olduğu o kısacık zamanda, yüzlerce insana yardım etti. Bunu hiç üstlenmemişti, hiç. İnsanlar kendilerine onun yardım ettiğini kesinlikle bilmedi. Kimi beni bildi, kimi kayınbabamı. Bir de teknede bize yardım eden kimsesiz adam vardı, İsmail, o garibanın yardım ettiğini sanırlardı. Ama o garibanın, gariban olduğunu bilip yardım ettiğini düşünmeleri, bana çok saçma gelirdi.
“Ben artık burada olmadığımda, senin her şeyi anımsayacağına inancım sonsuz.”
Böyle derdi bana. Böyle derdi. Bu nasıl bir yüktür kimse bilmez! Nasıl bir yük!
Sonra, çok uzun yıllar sonra, yeniden eve geldiğinde, onun nasıl eridiğini, nasıl çöktüğünü gördükçe, ona dokunamamanın, ona yardım edememenin acısını çektikçe... bana anlattıklarını, öğrettiklerini kavradım, anladım. Geç kalmıştım… çok geç kalmıştım... Yine de yine de geç kalmayı suç kabul etmiyorum, etmedim. Hani dememiş miydi,
“Başarısız olacak kadar aptalsan, buraya gel otur.”
Başarısız olmayacağımı, o benden daha iyi biliyordu. Bunu o bankta otururken öğrendim. Şunu da öğrendim, yardım edebileceğim ne varsa etmişim. Başka bir şey var mı diye sormama gerek yokmuş. Tek kişilik desteğin, yardımın sınırları belli. Benim sınırlarım de belliymiş. Kendimi suçlamanın burnu büyüklük olup olmadığını bile sorguladım. Onu ben buldum. Morgdan ben aldım. Bu ellerle yıkadım, bu el-ler! Onu bu eller kefenledi, bu el-ler! Selâsını yazdım, camiye götürdüm. Cenaze arabasına ben bindim. Ben gömdüm, been, been. Yalnız, yalnız tek şey kalmıştı, tek şey! Beceremedim. Beceremedim, edemedim… Denedim, denedim, denedim, ama, ama Sudra vardı. Onu bırakıp hiçbir yere gidemezdim. Dünyayı benim için durduran bu adam için, ölmek istedim, gerçekten ölmek istedim, ama ama ölemedim, ölemedim! Beni asıl yakan, yıkan bu! Ölemedim, Allah belâmı versin ölemedim!
Onun için ölemedim, yoksa... onu, onun için ölecek kadar sevmemiş miydim? Haa? Sevmemiş miydim?
Uras’ı bırakmamalıydım! Bırakamazdım...
...
“Olduğumuz her şeyin kaynağı yeryüzüdür. Yeter ki yeryüzünün kapılarını açan anahtarı bulalım.”
...